ABD, Suriye ve Irak’ın altınlarını çaldı mı?

Bir süredir internet medyasında ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri’nin (= SDG) Doğu Suriye’de İslâm Devleti (= İD)/ IŞİD’ne karşı yaptığı operasyonlar sonucu ele geçirilen 50 ton dolayındaki altının Amerikan helikopterleriyle önce Kobani/ Ayn el Arab’a, oradan da ABD’ne götürüldüğü savları yer alıyor. Görebildiğim kadarıyla, pek çok kaynakta yinelenen bu savlara, ne ABD ve ne de YPG/ SDG tarafından herhangi bir yalanlama getirilmedi.

Bu savlar; sadece Suriye, İran ve Irak medyası gibi “tarafsız” olmadığı ileri sürülebilecek kaynaklarda yer almadı; Suriye’ye karşı “muhalif”grupları desteklediği bilinen Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi ve ona dayanan Washington merkezli VOA/ Voice of America (=Amerika’nın Sesi) ve başkaları da bu savları paylaştı. Bu savların özeti şu: “ABD ile YPG/ SDG, ellerindeki altınları ve yüzmilyonlarca dolar değerindeki dövizi kendilerine teslim etmeleri karşılığında Doğu Suriye’de sıkışmış bulunan IŞİD liderlerini ve yakınlarını serbest bıraktılar.” Şimdi bu kaynakların yazdıklarına bir göz atalım:

VOA şöyle demişti:

“Birleşik Krallık (=Britanya- G. A.) merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nden Rami Abdülrahman VOA’ya verdiği demeçte Suriye’de, İslâm Devleti’nin elinde 40 ton altın külçe bulunduğunu yerel kaynaklara dayanarak doğrulattığını söyledi…

“Bu altınlar Musul Merkez Bankası’ndan, Suriye’nin, İslâm Devleti’nin denetimi altındaki bölgelerinden ve Suriye ve Irak’ın antik yapıtlarının satışlarından elde edilmişti.” (Rikar Hussein-Nisan Ahmado, “Rights group: IS could be hiding gold in East Syria”/ “İnsan hakları grubu: İslâm devleti Doğu Suriye’de altın saklıyor olabilir”, 13 Şubat 2019)

ABD’nde yayınlanan Veterans Today ise bu konuda şunları yazdı:

“Kürtçe yayınlanan Bas News bir Kürt kaynağına dayanarak, Amerikalıların Güneybatı Deyr el Zor’daki Baguz bölgesinde IŞİD teröristlerinden ele geçirdikleri tonlarca külçe altını kendi ülkelerine taşıdıkları ve bu hazinenin küçük bir bölümünü de Kürt savaşçılarına bıraktığını belirtti. Adını saklı tutan kaynak 50 ton IŞİD altınının, Kuzeybatı Halep’te bulunan Kobani’deki Amerikan askerîüssünden ABD’ne gönderildiğini kaydetti.” (“Kurdish source: US army transferring 50 tons of ISIL’s gold to US”/ “Kürt kaynak: ABD ordusu 50 ton IŞİD altınını ABD’ne götürüyor”, Veterans Today, 25 Şubat 2019)

Bu haberler şaşırtıcı değildi. Değildi, çünkü ABD böylesi kirli operasyonlara daha önce de imza atmış, örneğin Rakka’nın ABD destekli YPG/ SDG tarafından Ekim 2017’de ele geçirilmesinden hemen önce çok sayıda IŞİD yöneticisinin serbest bırakılmasını düzenlemişti. O zaman bu konuyu araştıran iki BBC muhabiri (Quentin Sommerville ve Riam Dalati) şunları yazmışlardı:

Rakka’dan tahliye edilen militanların bir kısmı Suriye geneline dağılırken, aralarından bazılarının da Türkiye’ye gittiği ortaya çıktı.

Tahliye edilen 250 IŞİD militanı, Rakka’nın ABD destekli milisler tarafından ele geçirilmesinden önce yüzlerce araçlı konvoyla şehirden ayrılan ve çoğu IŞİD militanlarının ailelerinden oluşan 4 bin kişi arasında yer alıyordu.

Onlarca yabancı IŞİD savaşçısı da silâh ve cephane yüklü 10 kamyonla Rakka’dan ayrıldı. (Rakka’nın kirli sırları: BBC, IŞİD militanlarının tahliyesi için yapılan gizli anlaşmayı ortaya çıkardı”,BBC Türkçe, 14 Kasım 2017)

Aslında İD/ IŞİD’nin Suriye ve Irak’ın bir bölümünü denetimleri altında bulundurduğu 2013-16 yıllarında büyük bir altın ve döviz stoku yaptığı biliniyordu. Bu örgüt, denetimi altına aldığı kentlerdeki bankaları boşaltıyor, yeni yurttaşlarından vergi topluyor ve haraç/ fidye alıyor, petrol ve değerli arkeolojik yapıt kaçakçılığı yapıyor ve adeta bir devlet gibi madenler, fabrikalar, petrol rafinerileri ve çiftlikler işletiyordu. Örneğin İD/ IŞİD, Haziran 2014’de Irak’ın ikinci büyük kenti Musul’u ele geçirdiğinde bu kentteki çeşitli bankaları boşaltmış ve 500 milyon dolar değerinde döviz ve altına el koymuştu.

Joby Warrick, 21 Aralık 2018 tarih ve Retreating ISIS army smuggled a fortune in cash and gold out of Iraq and Syria” (“Geri çekilen IŞİD Irak ve Suriye’den para ve altından oluşan bir servet kaçırdı”) başlıklı yazısında IŞİD liderlerinin, ilan ettikleri Hilafet devletinin yıkılması olasılığını da göz önüne alarak bazı malî önlemler aldıklarını belirtiyordu. Bu önlemler arasında; Irak ve Suriye’nin değişik yerlerinde döviz ve altın saklamak, ellerindeki bu maddi zenginliğin bir bölümünü bazı banka ağları aracılığıyla -Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri, Kürdistan Bölgesel Yönetimi gibi- çeşitli Ortadoğu ülkelerindeki aklamak ve görünüşte meşru işletmelere yatırmak da vardı.

Fakat ABD ve ortaklarının, Suriye’yi ve Irak’ı istikrarsızlaştırma, güçten düşürme ve çökertme ve ardından savaşı İran başta gelmek üzere başka ülkelere yaygınlaştırma hesabı tutmadı. İD/ IŞİD’nin Suriye ve Irak’ta kurduğu Hilafet, bir yandan Suriye ordusu ve bağlaşıklarının ve bir yandan da -ABD’nin hava desteğine sahip- SDG’nin operasyonları sonucunda büyük ölçüde geriletildi. Ekim 2017’de bu sözde İslâm devletinin başkenti Rakka, kenti yerle bir eden ve çok sayıda sivilin ölümüne yol açan yoğun ABD bombardımanın ardından SDG tarafından ele geçirildi. Kasım 2017’de ise Suriye ordusu Deyr el Zor’u kurtarırken Irak kuvvetleri de Suriye-Irak sınırındaki el Kaim kentini kurtaracaktı.

Ancak bu asla, Suriye’nin güneyindeki yasadışı el Tanaf askerî üssünde çeşitli İslâmî terör örgütlerinin militanlarını eğitmeye devam eden ABD’nin İD/ IŞİD’ni kollamadığı anlamına gelmiyordu. Fehim Taştekin’in de belirttiği gibi,

“Irak ve Suriye’de IŞİD’i yenme kararlılığından söz eden ABD bölgede rakip güçlerin bu örgüte karşı operasyonlarını baltalamaktan da kaçınmadı. Birkaç kez Suriye sınır hatlarında IŞİD’i kovalayan Irak’ın Haşd el Şaabi güçlerini bombaladı. Deyr el Zor taraflarında IŞİD’in üzerine giden Suriye ordusunu defalarca vurdu.” (“IŞİD bitmiş, teşekkürler Trump!”, Gazete Duvar, 19 Şubat 2019) Bu ABD ve SDG’nin, ellerine geçen İD/ IŞİD militanları ya da liderlerini neden Suriyeli ve/ ya da Iraklı yetkililere teslim etmediklerini de açıklar. Şöyle diyebiliriz: Birincisi ABD, böylesi örgütlerin varlığına gerek duyuyor. Çünkü IŞİD’ne karşı savaşım uydurmacası Washington’daki savaş suçlularına, bu ülkelerde asker bulundurma ve pis ve kanlı ellerini bu ülkelerin içişlerine sokma bahanesi sağlıyor. İkincisi, bu teröristlerin lider kadrolarının Suriye ve Irak’a teslim edilmeleri, İD/ IŞİD gibi örgütlerle işgalci ve baş haydut ABD arasındaki kirli işbirliği ve pazarlıkların tüm dünya önünde sergilenmesini ve ABD’nin Ortadoğu’ya demokrasi, uygarlık, insan ve kadın hakları getirme yaygarasının ne denli sahte olduğunun anlaşılmasını daha da kolaylaştırırdı. Dolayısıyla, IŞİD ve benzer İslâmî terör örgütlerinin Suriye ve Irak’ı istikrarsızlaştırma ve güçten düşürmeyi amaçlayan kanlı eylemlerinden ve ilkel vahşetinden asla yakınmayan, ancak bu örgütleri denetimi altında bulundurmaya da özen gösteren ABD’nin onları bir koruma şemsiyesi altında tutması hiç de şaşırtıcı değil.

Devletini yitirmiş olması İD/ IŞİD’nin tümüyle ortadan kalktığı ve artık İslâmî terör örgütlerinden gelen tehdit ve tehlikelerin sona erdiği ve Suriye ve Irak’ta çeşitli saldırılara girişmeyeceği anlamına gelmiyor. Nitekim bir bölümü İdlib’e kaçan/ kaçırılan, bir bölümü Türkiye’ye ve bir bölümü ise Irak’ın Sünni bölgelerine sığınan ve uyuyan hücreler kurmuş olan İD/ IŞİD ve diğer terör örgütlerinin saldırılarının, özellikle Irak’ta son aylarda yeniden tırmanışa geçtiği görülüyor.

Bu bağlamda şunu da belirtmek gerek: İslâmî terör örgütlerine karşı savaşım, sadece onlara karşı askerî ve polisiye önlemlerle çözülebilecek bir sorun değildir. Gerek Suriye ve gerekse Irak yönetimleri İslâmî terör tehdidini gerçekten de ortadan kaldırmak ya da hiç olmazsa minimal bir düzeye indirmek istiyorlarsa, hangi milliyet, mezhep ve siyasal inanıştan olursa olsunlar tüm yurttaşlarına eşit davranma, halktan gelen meşru eleştiri ve talepleri karşılama ve geçmişin despotik ve anti-demokratik uygulamalarına son verme, özetle daha demokratik bir rejim inşa etme göreviyle karşı karşıyadırlar. Bu doğrultuda ciddi ve kararlı adımlar atılmadığı takdirde yakın geçmişte Sünni halk arasında belli bir taban bulmuş olan İD/ IŞİD gibi örgütlerin yenilgiye uğratılması sadece geçici bir zafer olacak ve gelecekte şu ya da bu emperyalist devletin kullanabileceği ve manipüle edebileceği benzer nitelikli yeni terör örgütleri ortaya çıkabilecektir. 

Kirli ve kanlı sicili belli olan ve Nazi Almanyası’nın İkinci Dünya Savaşı döneminde oynadığı rolü üstlenmiş olan ABD’nin tıpkı adi bir soyguncu gibi, Suriye ve Irak’ın altınlarını çalması gerçek devrimciler açısından hiç de şaşırtıcı değildir. Değildir, çünkü emperyalizm her plânda gericilik anlamına gelen malî sermayenin demokrasiyle bağdaşmayan ve çelişen egemenliğidir. Tarih, ABD başta gelmek üzere tüm emperyalist devletlerin sömürge ve bağımlı ülkelerin kaynaklarını çalmalarının ve gasp etmelerinin sayısız örneğiyle dolup taşmaktadır. Burada üzücü ve şaşırtıcı olan YPG/ SDG’nin bu baş haydutla işbirliği hâlinde davranması ve Kürt halkı da içinde olmak üzere Suriye ve Irak halklarına ait olan maddi zenginliklerin göz göre göre çalınmasında ABD’ne yardımcı olmasıdır. Kürt ulusal hareketinin böylesi davranışları kabul edilebilir kılan bir siyasal çizgi izlemesi Kürt halkının meşru ulusal direnişini gölgeleyecek, Kürt halkıyla Ortadoğu halkları arasındaki güvensizliği arttıracak/ mesafeyi büyütecek, Türk, Fars, Arap vb. şovenizmini güçlendirecek ve Kürt halkının dünya halkları/ demokratik kamuoyu katında sahip olduğu saygınlığı zedeleyecektir.

Benzer bir saptamayı, YPG/ SDG ile birlikte hareket eden Türkiyeli devrimci gruplar için de yapabiliriz. Ciddiye alınabilecek bir güçleri olmayan ve Kürt ulusal hareketinin peşinden sürüklenerek var olmaya çalışan bu örgütlerin lider ve kadroları da kendilerine şu soruları sormakla yükümlüdürlar. Acaba onlar, devrimci ve enternasyonalist olma iddiaları ile YPG/ SDG üzerinden dünya halklarının baş düşmanı olan ABD emperyalizmiyle aynı safta buluşmalarını nasıl ve hangi gerekçeler ve argümanlarla açıklayacaklar? Acaba onlar tuttukları bu yolun militan ve devrimci görünümüne rağmen aslında kendilerini ideolojik ve örgütsel olarak tasfiye etme yolu olduğunu ne zaman görecekler? Ve acaba onlar biricik doğru politikanın ilkelere dayalı politika olduğunu anlamayı başarabilecekler mi?