12 Eylül mahpus kardeşliği

12 Eylül askeri faşist darbesini İstanbul – Alemdağ Askeri Cezaevi’nde “Kahrolsun Faşist Cunta!” sloganıyla karşılamıştık. Bu karşılama biçiminin ne kadar önemli olduğunu on bir buçuk yıl sonra sokağa çıktığımda eski bir dostum, “biz dışarıda yıllarca kahrolsun faşist cunta sloganı bile atamadık, çok kötü günlerdi.” dediğinde fark etmiştim.

Gel gelelim 12 Eylül hala kahrolmuş falan değil; siyasal ve toplumsal hayatın her alanında ‘12 Eylül ruhu’ ile karşı karşıyayız..
12 Eylül hakkında çok şey yazıldı. Ben de yazdım. Ciddi sonuçlar üretememiş olsa da ciddi şeylerdi yazılanlar. Bu sefer 12 Eylül mahpusluğu üzerine ‘anı tadında’ bir kaç not düşmek istiyorum.

Açılış törenlerini komik bulurum. Bir ‘şey’in açılışını yapanların yerinde olmayı istemem. Buna rağmen ‘çok mühim’ bir kurumun, şu meşhur Metris Cezaevi’nin ‘açılışını’ yapmak zorunda kaldım!.

12 Eylül faşizminin cezaevi politikası, devrimcileri ve muhalif aydınları esir almakla yetinmeyip teslim almak ve kişiliksizleştirmek üzerine kurulmuştu. Metris Cezaevi bu amaçla hazırlanmıştı…

Metris Cezaevi’ne ilk girenlerin teslim alınmaları, “emredersiniz komutanım“ vaziyetine getirilmeleri çok önemliydi. İlklerin direnişi kırılırsa ardından gelecek olanlara boyun eğdirmek daha kolay olacaktı, böyle düşünüyorlardı. Bunu biliyorduk ve hazırlıklıydık. Ama Metris’in ilk ‘konukları’ olacağımızı bilmiyorduk.

21 Nisa’n 1981’de, Komutan müdüründen erine kadar ideolojik tercihini çoktan yapmış oldukları hemen anlaşılan son derece saldırgan askerlerin dipçikli ve demir çubuklu ‘karşılama töreni’ ile Metris Cezaevine girdik. Tabiri caizse kan revan içinde kalmıştık. O halde iken cezaevi komutanı “uymak zorunda olduğumuz” bir dizi kural saymaya başladı; önce hazırola geçmeliydik, erler dahil bütün personele komutanım demeliydik, güne istiklal marşı ile, yemeklere ise dua ile başlamalıydık ve daha bir sürü şey.. Reddettik; söz konusu kurallara uymayacağımızı, asker değil siyasi tutsak olduğumuzu ve siyasi tutsaklıkla alakalı uluslararası hukuktan doğan haklarımızın bilincinde olduğumuzu falan anlatmaya başlayınca, tarifi mümkünsüz işkenceler de başlamış oldu.

HDÖ’lü kırk küsür kişilik küçük bir gruptuk, dik durduk, boyun eğmedik ve hiç fire vermedik. Bir süre sonra “İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek!“ benzeri sloganları haykıracak gücümüz bile kalmamıştı. Ama yarı baygın bir vaziyette koğuşlarımıza doğru sürüklenirken kazandığımız bu acayip zaferin mutluğunu yaşıyorduk.

Bizden bir gün sonra Metris’e MLSPB’lileri getirildiler. Aralarında karateyi iyi bilenlerin de yer aldığı MLSPB’li kardeşlerimizin direnişi muhteşemdi; onlar da boyun eğmediler, ağır hasarlar aldılar fakat pek çok saldırgan askeri de fene halde hırpaladılar.
Daha sonra diğer cezaevlerinden getirilen siyasi tutsakların çoğunluğu da direnişi tercih ettiler ve böylece hep birlikte ‘Metris Tarihi’ni yazmaya başladık.

Metris Cezaevi (1 Ekim 1986)

Yoğun baskı ortamının etkisiyle olsa gerek, direniş hattında buluşan ‘farklı’ siyasi grupların devrimcileri bir hane halkı gibi davranmaya başlamışlardı. Dışarıda birbirleriyle didişen devrimciler, içeride ‘Allah Allah!’ nidalarıyla aralıksız sürdürülen operasyonlarda hemen kenetleniyor, birbirlerini korumaya çalışıyorlardı.

Değişik siyasal gruplardan, daha önce tanışmayan insanlar yıllarca ve her gün aynı mekanı paylaştılar. Dışarıdan bakana ‘sevimsiz’ görünebilir ama bu durumun iyi de bir tarafı vardı; ‘biz çok farklıyız’ diyenler zamanla birbirlerini tanıdılar ve aralarındaki farkın aslında şive farkından ibaret olduğunu gördüler. Elbette bazı arkadaşlarımız bunu görmedi ya da görmek istemedi; o arkadaşlar geleneksel ‘kapalı’ tutumlarını koruyup önlerine kırmızı çizgi çektiler. Bazıları ise samimiyetle siyasi kardeşliği benimsediler. Pek çok örnek verebilirim. Bunlardan, ilk aklıma gelen birini, yıllar sonra Barzani Peşmergelerince öldürüldüğünü öğrendiğim Ömer Özsökmenler ile aramızdaki ilişkiyi paylaşabilirim:
Ömer’i dışarıda bilmez, tanımazdım. Aynı koğuşta geçirdiğimiz günler boyunca kardeş gibi olmuştuk. Siyasal geçmişinde DDKO ve daha sonra da THKO olan Ömer’in düşünceleriyle benimki arasında bir fark vardı elbette. Ama bu farkın gerçekte dil farkı değil şive farkı olduğunu ikimiz de anlamıştık; kapitalizm karşıtlığı ve özgürlük, eşitlik, dayanışma gibi temel değerler bahsinde ortak bir dil kullanıyorduk, farkımız ‘yol yordam’ konusundaydı. Ben ona; “Tamam kardeşim, bazı meselelere yaklaşım farkımız var ama buna rağmen birlikte mücadele ediyoruz, önemli olan da budur; yeter ki dışarıda da gerektiğinde burada olduğu gibi kenetlenip birlikte mücadele edelim” diyordum, Ömer de büyük bir içtenlikle “Aynen!” diyordu…

Sanırım Metris cehennemini ‘cennete’ dönüştürme başarımızın kaynağında bu mahpus kardeşliğinin de büyük bir payı vardı.
Bitirirken, 12 Eylül karanlığında Metris Cezaevi’nin dışında acı çeken ve o dönemde bizim tek ‘destek kitlemiz’ olan yakınlarımızı ve Nebi Barlas, Ergin Cinmen, Hasip Kaplan gibi gerçekten büyük bir özveri ve cesaretle, para pul talebinde bulunmadan bizler için koşturan birkaç düzine avukat dostumuzu da saygıyla anmak isterim. Gerçek şu ki 12 Eylül cezaevi direnişlerinin asıl kahramanları onlardı…

Eylül 2008
Metris Cezaevi (1 Ekim 1986)