Yeni Bir Enternasyonalizm İhtiyacı…

Dünyadaki bu yeni dalga dikkat çekmeyecek gibi değil. Dikkat etmesine ediyoruz, ama henüz adını bulamadık. “Faşizm” desek, evet, onun bazı ögelerini taşıyor, ama hepsini değil. “Popülizm” belki daha uygun, ama popülizm geçmişte “sol gösterip sağ vuran” akımları için kullanılırdı. Son örneklerinden biri Chavez’di, bu tip popülizmin. Le Pen’e ya da Trump’a bakınca böyle bir şey görmüyoruz. “Sağ popülizm” diyoruz. Bunu deyince bir de “sol popülizm” olduğunu kabul etmiş oluyoruz. Edelim, ne yapalım? “Sol Kemalizm” de dedikten sonra…

Nedir bu yeni “hareketi”, “akım”ı “yöneliş”i (her neyse) karakterize eden şey? Ortak özellikler neler?

Dünyayı saran bir gidişattan söz ediyorsak, bu gidişatın oradaki, buradaki tezahürlerinde bazı ortak noktalar bulunmalı. Mantıken böyle. Ama, gerçekten de böyle mi?

Örneğin Trump’la Erdoğan arasında benzerlikler tesbit edenler var. Var mı böyle benzerlikler? Evet, var aslında. Ama ikisinin bulunduğu toplumsal formasyonlar arasındaki farklardan ileri gelen farklılaşmalar da var. Yüzeysel bir bakışla, Trump’ın Amerika’ya gelmesi sözkonusu olabilen Suriyeliler’e bakışıyla Erdoğan’ın zaten burada bulunan Suriyeliler’e bakışı aynı mı? Tabii araya din giriyor ve girer girmez farklılık yaratıyor. Bir tarafta “din kardeşi” algısı, öbür tarafta “din düşmanı”na kadar gidecek, oldukça farklı bir ideoloji v.b.

Ama iki tarafta da bir “bizimkiler” anlayışı var; “bizden” olmanın gerektirdiği özellikler farklı olabilir, ama “biz” anlayışı ortak, Erdoğan için “Sünni Müslüman” tanımı “biz”den olmayı kolaylaştıran bir şey; Trump için tam tersi. Ama bunun hem “hegemonik”, hem de, doğal olarak “dışlayıcı” olması ortak.
Bugünün dünyasında biz soldaki kişilerin “enternasyonalizmi” yok; hiç olmadı da. Dünya savaşlarının sonları gibi, “sanki oluyor” yanılsaması yaratan anlar oldu; ama o kadar.

Onun yerine “globalizasyon” oldu. “Globalizasyon”, “enternasyonalist” olmadığı için, hemen hemen bütün “topluluklar”ın “biz” duygusunu körükledi, güçlendirdi. İki-kutuplu dünyadan ne olacağı pek belli olmayan, ama globalleşmiş dünyada, insanlar birbirine girdi. O zamana kadar aralarında çok ciddi çelişki görünmeyen Sırplar ve Hırvatlar birbirine girdi (bir yığın arasından tek bir örnek seçersem). Bunlar, sadece Boşnak öldürmekte yanyana gelebildiler.

Onların ayracı dindi. Kafkasya’da, Ermeniler’le Azeriler ya da Gürcüler ve Abhazlar dediğimizde, etnik köken.

Hollanda’da Wilders ülkesine Müslümanlar’ın gelmesine karşı, daha doğrusu İslâm’a karşı. Başlangıçta Haider türü bir sağcı olarak tanınmak istemiyordu; ama sanırım genel koşullar onu oraya doğru itiyor. Birleşik Kralık’ta kabaca benzer bir rol oynayan Farage tabii ki ülkesine Müslümanlar’ın gelmesine de karşı; ama asıl ülkesinin Avrupa’yla ilişiğini kesmesinden yana.

Demek istediğim burada sorun Müslüman-Yahudi ya da Müslüman-Hıristiyan ya da Katolik-Ortodoks değil. Belki daha “kültürel” terimlerle tanımlanmış birileri var: “Batılı” denebilir. “Batılı”yı meydana getirdiğine inanılan çeşitli kültürel özellikleriyle Amsterdam’da veya Birmingham’da ya da Miami’de yaşayan biri.

Geçmişe bir göz atayım: Fransız Devrimi, bugünün ulus-devletlerinin ilk ciddi modeli. Başlangıç!

Monarşiden Cumhuriyet’e geçildi. Yeni bir devlet kuruldu. Bu devletin kendi varlığını deklare ederken verdiği taahhütler de vardı: Fransa devleti, Fransa toprakları üstünde yaşayan herkese eşit mesafede duracak ve öyle davranacaktı.

Fransa’da Brütonlar, Basklar, Alsaslılar ve Korsikalılar var. Bunlar Fransa yurttaşı ama kendilerini Fransız saymıyorlar.

Geçirdiği bütün (kimi zaman “ihtilâçlı”) dönüşümlere rağmen Fransa devleti bu taahhütüne genellikle sadık kaldı. Korsikalılar’la sorunlar oldu; gene var. Ama benzer gerilimler yaşayan başka örneklere göre çok daha hafif. Devlet, “Fransız devleti” olma çabasına girmedi; “Fransa devleti” olma özenini sürdürdü. İçeride böyle davranırken, “dış-Fransızlar”a (Kanada, Belçika, Lüksemburg, İsviçre) da “Gelin, ‘anavatan’a katılın” falan demedi “Pan-Fransız” hiç olmadı.

Dünya tarihinde Fransa’yı izleyerek “ulus-devlet” olan yeni birimlerin her biri Fransa’nın koşullarına sahip değildi. Kural, koşulların benzemesinden çok benzememesiydi. Ama ilk modelin bir ağırlığı vardı. Fransa’yı izleyen ulus-devletler de kâğıt üstünde aynı tavrı benimsedi hiç değilse benimsemiş gibi yapmaya çalıştı. Bunlardan biri de Türkiye’dir tabii.

Bilebildiğim ilk açık istisna İsrail. “Yazısız anayasa” deyince aklımıza hemen Britanya gelir ama bildiğim kadar İsrail’in de yazılı bir anayasası yoktur. Olmamasının başlıca nedeni de oluşum koşullarının karmaşıklığıdır. İsrail’e gelip yerleşen Yahudiler (ya da buralı olan Sabralar) arasında Musevi “şeriatı” ile yaşamaya kararlı, seküler yasaları kabul etmeyen hatırısayılır bir nüfus var. Burası Yahudiler’in anayurdu ise onların da burada ve bu inançlarıyla yaşamaya hakları var.

Sonuç olarak İsrail devleti, üzerinde Araplar’ın da yaşadığı topraklarda kurulmuş olmasına rağmen, “Yahudi devleti”dir. Bu, yasaların çizdiği bir durum olmaktan çok fiilen, de facto, böyledir. Yasalar çerçevesinde önemli farklılık Araplar’ın askerlik yapmamasıdır. Tabii bu, onlara verilen bir “ayrıcalık” değil, bir “güven eksikliği’nin sonucudur, ama “symptomatic’tir. Şimdi İsrail’de yaşayan Arap nüfus (% 80’i Müslüman, gerisi Hıristiyan ve Dürzî) % 20’yi buluyor. Oy hakları falan da var – ama bir azınlık olarak kalacakları da kesin. Bu % 20’nin mülkiyetindeki toprak ise % 3!

İsrail, dediğim gibi, her bakımdan çok özel koşullardan ötürü böyle kuruldu, böyle devam etti. Fiilen bir etnik topluluğun devleti olarak.

Ancak şimdi, dünyada nereye baksak, bunun gitgide bir ideal haline geldiğini görüyoruz. Le Pen hareketinin yükselişi bunun Fransa’da böyle olduğunun işareti.

Dünya için utanç verici bir durum.

Bu “biz” kavramından bakınca, çeşitli “biz”ler arasında pek çok fark görünmekle birlikte, bir “homojenleşme” eğilimi hepsinde görülüyor.

Günümüzün renklendiren popülist dalganın bir kısmı bu “kimlik” sorunundan kaynaklanıyor.

Bunu, bir “son tepki” olarak görüyorum. Dediğim gibi, “enternasyonalist bir dünya” kurulmadı; buna karşılık dünya “globalize” oldu. Yani gene bir karışım, sınırların bulanıklaşması v.b. – bunların fikrî, ilkesel hazırlığı olmaksızın. Bugün dünyada göçü özellikle savaşlar, kıyımlar hızlandırıyor. Ama bunlar olmasa da işin temeli orada: refah eşitsizliği, eğik bir zemin yaratıyor. Sıvı, katı, o eğikten aşağı akacak, değişik hız ve tempolarla. Şöyle ya da böyle tanımlanmış çeşitli “homojen kimlikler” bu akışı durdurmak için dikilen derme çatma bariyerlerden öte bir şey değil. Akışı gerçekten durdurmak istiyorsanız, bariyer dikerek bir yere varamazsınız, o eğimi düzlemeniz gerek. Bu ne demek? Gelir ve refah dengesizliğini gidermek demek. Vaktiyle buna “sosyalizm” derdik.

Gene göze çarpan bir özellik daha var: “önder” konusu. “Trump’la Erdoğan ne kadar benzeşiyor” dedirten fenomen. Bunların “popülizm”lerinin bence ilk ortak yani toplumlarının yoğurduğu birtakım kişilik özellikleri sergilemeleri. Trump belki Fransa’da, Marine Le Pen de Türkiye’de tutmazdı. Tayyip Erdoğan sanırım Türkiye’den başka hiçbir yerde tutmazdı. Ama hepsi de kendi ülkelerinde kendilerine fanatik bir şekilde bağlı kalabalıklar bulabiliyorlar.

Ülkelerinde orta, hattâ ortanın altında bir kültürel-entelektüel düzeyde rahat bir iletişim kurabiliyorlar. “Popülarite”nin baş sırrı burada. Bu, tabii, kendilerine meftun kitlelerde de karşılığını bulan güçlü bir anti-entelektüalizmle birlikte yürüyor.

Dediği dedik adamlar. Bu, yanlış yapmadıkları anlamına gelmiyor. Hattâ, epey bol yanlış yapıyorlar (bazıları henüz iktidar olmadıkları için yanılma kapasitelerinin ucu belli değil). Ama “yanlış yaptım” demeyi kendilerine yasak etmişler. “Kandırılabilirler”, Tayyip Erdoğan gibi, ama yanlış yapmazlar. Bu, “popülizm”i zedeleyecek bir şey: güçlü, yanılmayan önder olmaları gerekiyor.

Böyle insanların fazla “demokratik” olamayacakları eskiden beri bilinen bir şey. Çevrelerinde nazik, şefkatli, babacan v.b. olabilirler ve olmaları da gerekir, çünkü böyle bir dar mürit çemberiyle sarılı olmak da bu yolun bir gereğidir. Ama, şüphesiz, bir “mafya babası” da böyle özelliklere sahip olmalıdır ve mafya babaları genellikle “demokrat” olmazlar.

Önderliğini yaptıkları akımın kendisi “biz” dışında kalan ve “biz”i rahatsız eden unsurlara karşı “sert” olmaktan yanadır. Bu durumda “önder”in bununla uyuşmayan bir tavır alması imkânsızdır. Kendi topluluğunu rahatsız edenlere karşı tavizsiz haşin bir siyaset gütmelidir. Koşullara göre bu Meksika sınırına duvar örmekle kendisine muhalefet edenleri hapse attırmak gibi uygulamalara uzanabilecek bir huşunettir.

Buraya kadar faşizan bir popülizm dalgasından ve bu dalgaya önderlik eden kişilerden söz ettim ama popülizmin “sol” versiyonu da ortadan kalkmış değil. Yukarıda Chavez’i anmıştım. Chavez öleli iki gün ancak oldu. Öte yandan Yunanistan’da Tsipras için ne dememiz gerekiyor? Yunan solunda popülist eğilimler her zaman ağır basagelmiştir. Tsipras’ı iktidara taşıyan dalga da çok belirgin popülist renkler içeriyordu.


Bütün bunlardan sonra, bu çokça tatsız olgulara bakarak, “olumlu” bir sonuç çıkarmak istiyorum. Bu benim ihtiyacım mı, bunca olumsuzluk arasında? Yoksa akla yakın bir dayanağı var mı, bunu ben bilemem tabii.

Sözünü ettiğim ikinci eğilim, yani toplumda ortalama bir düzeyi temsil eden “güçlü önder” arayışı, dünyada formel demokrasinin kuruluşuyla birlikte ortaya çıkan “temsilî demokrasi” kurumlarının çağlarını doldurduğunun işareti olabilir mi? Kafamı kurcalayan soru bu.

Dünyada teknolojinin, yani “bilgisayar çağı”nın getirdiği somut, nesnel, maddî imkânlar, “temsilî demokrasi”nin kitlelere tanıdığı “kendini ifade etme” imkânlarının ötesine geçiyor. Şüphesiz bu niceliklerle böyle kurumlar kurmak hâlâ çok zor ama insanlar her an, her yerden, düşüncelerini iletebilme imkânlarına sahipler.

Eski dünyada alışmıştık, “mesaj” bir merkezden verilir ve çevreye yayılırdı. Her şey de buna göre ayarlanmıştı: kademeler halinde. Zaman içinde siyaset toplumdan bayağı kopmuştu. Kısmen siyasî yapıya, bunun aparatı olan siyasî partilere tepkiyi içeren “sivil toplum” da yeni koşullarda bekleneni vermedi.

Bir espri yapardım: “Alman toplumu Almanca konuşur; İtalyan toplumu İtalyanca konuşur; sivil toplum telaffuzu ve grameri bozuk İngilizce konuşur.”

Yani, bir NGO’da çalışıyor olmakta aranan özelliklerden biri İngilizce’yi, bu lingua franca’yı bilmek! Öyleyse, diyelim Türkiye toplumunun % 90’ı işin dışında kaldı. Demek ki bütün demokratik söyleme rağmen sivil örgütlenme de kendini –“elitizm”den sıyırsa da– “elitler”den sıyıramıyor.

Bu konu alabildiğine uzatılabilir de bir “araştırma” yapmıyorum, bir “arama” yapıyorum. Ne hamle yapsa “dışarıda” kalan halk kitleleri “içeri” girmenin yolunu, kendileri gibi düşünen ve konuşan bir “güçlü önder”de mi buldular?

Öyleyse, bir şey bulmuş değiller. Bu bir çözüm değil ve olamaz. Ama varolan sorunu haber veren bir işaret olabilir. Birinci konuştuğum “biz bize olmak” sorununa dönüp baktığımızda (ki o da “önder” sorunuyla zaten bağlı bu ikinciye), oradaki “kimlik” de gerçek sorulara verilmiş sahte cevap olarak karşımıza çıkıyor. Sonuçta o da “yeni dünya”nın ürettiği sorunlardan biri ve sorun olarak karşısına çıkarılan şeyler dünyanın “en eski” bilgileri: “biz ve onlar” sorunsalı; “paylaşma” sorunsalı.

Bunun “eski”, “en eski” olması çözümünün “kolay” olduğu anlamına gelmiyor. Tersine, orada dehşetengiz bir direnç olduğunu gösteriyor.

“Enternasyonalizm” yerine “globalizasyon”un olması sol için şüphesiz bir hayal kırıklığıdır. Çünkü kapitalizmin güdümünde bir “globalleşme” 9. Senfoni’nin “Alle menschen werden brüder”ini karşılamıyor, “ucuz emek ihtiyacı”nı karşılıyor. Ama bunu yaparken, farkında olmadan veya istemeden de olsa, “enternasyonalizm”i engellemiyor, ona bir zemin hazırlıyor. “Başlangıçta sol, “globalizasyon”a karşı protesto gösterileri düzenliyordu. Ama şimdi asıl gocunması gereken aktör, yani sağ, bu “popülist” dalgalanmayı yaratarak, “misyon”u devralıyor.

Solun yapması gereken de globalizasyonun içini enternasyonalizmle doldurmak; bunun yolarını bulmak olmalı.

Murat BELGE

Kaynak: Birikim Dergisi