Ya sosyalizm ya barbarlık*

“İyi, basit;
kötü ise
çok yönlüdür.”[1]

Deyişin yaygınlaşmasını Rosa Luxemburg’a borçluyuz. Luxemburg onu Friedrich Engels’e atfediyor. Daha titiz araştırmalar[2] ise Krl Kautsky’yi işaret ediyor.

İlk kez kimin ağzından ya da kaleminden çıkmış olursa olsun, günümüzü bundan iyi tarif edecek bir ifade bulmak zor.

Öyle ya, genç insanlar için çok gerilerde kalmış gibi gözükebilir; ancak sosyalist sistemin hemen ardından 1980’lerde dünya sahnesine muzaffer bir kumandan edasıyla giriş yapan neoliberal ideologların “tarihin sonu”nu ilan edişleri bizim kuşağın aklında mıh gibi çakılı. Tarih, sınıflar mücadelesi, baskıcı ulus devletler, Jakobenizm… velhasıl bireyi özgürlüğünden eden herşey bitmiş, (neo-) liberalizmin sonsuz şafağı başlamıştı. Bundan böyle dünya sadece “sivil” toplum ve şirketlerden ibaretti; ulus devletin baskılarının sona erdiği, devletin etki alanının asgarîye çekildiği, sınıf mücadelesi retoriğinin hegemonik olmaktan çıkıp tavanarasına kaldırıldığı, bir iklimde, tüm bastırılmış, ötelenmiş kimlikler açığa çıkacak, birbirleri ve şirketlerle müzakereler içerisinde görünürlüklerini ve yaşam alanlarını sürdüreceklerdi. Küresel ve ebedî serbest piyasa, kendisine erişim yetisinden başka hiçbir şey talep etmediği bireylere bol, sınırsız, her dem yenilenen hazlar vaat ediyordu; kişiler birey ya da cemaat mensupları olarak bu bitimsiz liberal hedonizm oyununa katılabilecek, kendi paylarını arttırabilmek üzere ustalıklarını sergileyeceklerdi. Parçalı, çoğul kimlikler bu “oyun” içerisinde, birbirlerine düşmeden, yan yana, barış ve alışveriş içerisinde yaşayıp gidecekti.

Bu “öfori”ye kapılanların tatlı düşlerinden uyanması uzun sürmedi. Kapitalist dünyada 1970’lerin petrol krizine yanıt olarak formüle edilen ve sosyalist sistemin dağılmasının sağladığı avantajlarla küresel sermayenin emekçilere karşı açtığı devasa seferberliğe dönüşen neoliberal talan, küresel servet dağılımını bir avuç zengin lehine radikal biçimde etkilemişti. Credit Suisse’in ‘Küresel Refah Raporu’na’ göre, dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin dünya değerlerinden aldığı pay, 2000 yılında yüzde 45.5’den, 2017’de yüzde 50’ye yükseldi.[3]

Bir yandan ülkeler içinde gelir dağılımı dengelerinin iyiden iyiye bozulması, bir yandan da servet dağılımında devasa boyutlara varan eşitsizlikler, dünya ekonomisine hâkim olma mücadelesindeki birkaç çokuluslu şirketin dünya enerji hatları ve kaynaklarının denetimini ele geçirme hırslarının tetiklediği savaşlar, küresel ısınma ve bölgeler arası dengesizliklerin artışının tetiklediği göçler, “küresel ekonomi”nin “cennet” vaatlerinin aslında bir cehennemin reklamından ibaret olduğunu gösterdi kısa sürede.

Nasıl mı?

Orta Doğu’yu kasıp kavuran savaşlar bir yana; bilmiyor olamazsınız: ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, küresel ölçekte tırmanışta; aşırı sağcı, ya da daha isabetli bir tanımla faşizm Avrupa ölçeğinde, siyasal İslâm ise Orta Doğu çapında mevzi üzerine mevzi kazanıyor.

Örneğin Fransa:

“Fransız toplumunda ırkçı ve yabancı düşmanı fikirlerin son yıllarda yükselişte olduğu, bir devlet kurumu olan İnsan Hakları Ulusal Danışma Komisyonu (CNCDH) tarafından bugün yayımlanan raporla adeta tescillendi. Rapora göre, günümüz Fransa’sında nüfusun yüzde 84’ü ırkçılığın ‘yaygınlaştığını’ düşünüyor. İstatistikler 2013 yılı sonunda Fransızların yüzde 35’inin kendisini ‘ırkçı’ veya ‘biraz ırkçı’ olarak tanımladığını gösteriyor. Bu oran 2012 yılında yüzde 29 olarak kaydedilmişti. Daha da vahimi her 10 Fransız’dan 6’sı (yüzde 61) ‘bazı davranışların’ ırkçı eylemleri ‘meşru kılabileceğini’ söylüyor. Bu oran kendisini ‘sağcı’ olarak tanımlayan arasında yüzde 73’e kadar çıkıyor. Rapordaki verilere göre, Fransızların yüzde 74’ü ‘Fransa’da aşırı sayıda göçmen var’ deyişiyle hemfikir olduğunu ifade ediyor. Yüzde 60’ı da aşırı göçmenleri ima ederek ‘Bugün artık insan Fransa’da kendisini evinde hissetmiyor’ diyor.

Tüm bunlara paralel olarak Fransa’da ırkçı eylemlerde de artış gözlemleniyor. Bu eylemler 2013 yılında bir önceki yıla oranla yüzde 11.3 oranında arttı. İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre, Fransa’da polis ve jandarma 2013 yılında Müslümanlara karşı 226 ırkçı eylem kaydetti. Bunların 62’si ‘doğrudan eylem’, 164’ü ise ‘tehdit’ biçiminde gerçekleşti. Müslümanlara karşı en fazla ırkçı eylem gerçekleştirilen bölge Paris ve banliyöleri oldu. Sözlü gerçekleşen ırkçı saldırıların ise sadece yüzde 8’inin polis ve jandarmaya ihbar edildiği belirtiliyor.”[4]

Ya da Almanya:

Uluslararası Hak İhlâlleri İzleme Merkezi’nin, ‘Geçmişten Bugüne Almanya İhlâl Karnesi Raporu’nda, Federal Kriminal Dairesi’nin 2013 yılı verilerine göre, Almanya’da 1990-2011 yılları arasında işlenen ırkçı cinayetlerin sayısının 746 olduğu ve bunların tamamına yakınının adi suç kapsamında değerlendirildiği belirtilerek, Almanya Federal Hükümeti’nin resmi rakamlarına göre, 2001-2011 yılları arasında her yıl ortalama 22 caminin saldırıya uğradığı, 2012’de bu rakamın 40’a yükseldiği, Almanya’da son 15 yıl içinde 300’ün üzerinde cami saldırısının gerçekleştiği kaydedildi.

Rapora göre Almanya’da “Her yıl 10 bin ırkçı/ İslâmofobik suç işleniyor, üretime katkı sağlayan insanlar evlerinde diri diri yakılarak katlediliyor.”

Ülkede 5 bin 239 ırkçı suçun kayıt altına alındığı aktarılan raporda, şu tespitlerde bulunuldu:

“Bu rakam ülkede her yıl 10 bin civarında ırkçı/ İslâmofobik suç işlendiğini ortaya koymaktadır. Almanya’da 90’lı yılların başından itibaren tırmanışa geçen ırkçı ve İslâmofobik saldırılarda son derece vahşi yöntemlere başvurulmakta, Almanya’da okuyan, çalışan, vergi veren, üretime katkı sağlayan sivil insanlar, evlerinde diri diri yakılarak katledilmektedir. Almanya Federal Kriminal Dairesi’nin verilerine göre, Ocak 2016 itibariyle Almanya’da 14-17 yaşları arasında 4 bin 749 mülteci çocuk kayıptır. Diğer pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Almanya’da da kayıp durumda olan Suriyeli kadın ve çocukların fuhuş ve organ tacirlerinin eline düştüğü noktasındaki ciddi endişeler Alman resmi makamlarınca da kabul edilmektedir.”[5]

Bu bağlamda Almanya’daki ırkçılık vak’aları arasında en çarpıcısı, hiç kuşku yok ki, 2000’li yılların başlarında 8’i Türkiye kökenli, 9 göçmenin birbiri ardısıra katledilmesiydi. Olayı çarpıcı kılan, “dönerci cinayetleri” olarak anılan cinayetlerin kendisi değil, sonradan açığa çıkan karmaşık bağlantılardı. Yıllar sonra ortaya çıktı ki katliamlar bir Alman Neo-Nazi örgütü NSU’nun (Nationalsozialistischer Untergrund/ Nasyonal Sosyalist Yeraltı) işiydi ve katiller Alman ajanlarından destek almaktaydı.

Neonazi grubu NSU’nun yargılandığı davada ortaya çıkan belgelere göre, katiller içlerinde Alman ajanların da yer aldığı kişilerden araba, silah ve para desteği almıştı. Ortaya çıkarılmasalardı, aralarında Prof. Dr. Faruk Şen’in de yer aldığı 68’i Türk 88 kişiyi daha öldürecekleri infaz listeleri de vardı. Bunlara rağmen, dört ay içinde tamamlanması beklenen davanın “Neo-Nazilerin devlet içindeki uzantıları” araştırılmadan kapatılacaktı. Çünkü Alman yasalarına göre, bir grubun terör örgütü sayılması için en az silahlı üç kişiden oluşması gerekiyordu. Nazi grubu NSU’nun bugüne kadar ortaya bilinen üç sanığından ikisi intihar etmişti. Yani, artık bir “Nazi örgütü yoktu” ortada… Ama onlara ev, para ve evrak sağladığını itiraf eden kişiler hiçbir şekilde yargılanmadı.

Ve ABD:

ABD Federal Merkez Bankası’nın Demos analizi, 2010 yılında ülke nüfusunun yüzde 64’ünü oluşturan beyazların ülke servetinin yüzde 88’den fazlasını elinde tuttuğunu gösteriyor. Ülke nüfusunun yüzde 13’ünü oluşturan siyahların toplam servetten aldıkları pay ise, yüzde 2.7.

ABD’de Latino öğrencilerin yüzde 80’i, siyah öğrencilerin ise yüzde 74’ü ırksal olarak ayrışmış okullarda okuyor.

ABD’de siyahlar aynı suçu işlemiş beyazlara göre yüzde 19.5 oranında daha uzun süreli cezalara mahkum ediliyorlar.[6]

Bu veriler ABD’de ırkçılığın hiçbir zaman sönümlenmemiş yapısal bir görüngü olduğunu gösteriyor, göstermesine; ancak bir şey daha var: “Donald Trump başkan seçileli beri ABD’de ırkçı olaylar yükselişte. Salı gününden beri rahatsız edici olaylara ilişkin ayrıntılar sosyal medyada boygösteriyor ve bazı uzmanlar bunların 2001 terörist saldırılarından sonra bu tip olaylardaki en büyük yükseliş olduğunu söylüyorlar.

Güney Yoksulluğu Hukuk Merkezi başkanı Richard Cohen USA Today’e ‘Bay Trump’ın seçilmesinden sonra Vandalizm, tehdit, korkutma olaylarında büyük bir sıçramaya tanık olduk,’ diyor. ‘Beyaz ırkçılar onun zaferini kutluyor ve moralleri son derece yüksek.’ Seçimlerden bu yana merkeze 200’ün üzerinde şikâyet gelmiş.

ABD’deki İslâmi camia kendini özellikle tehdit altında hissediyor. ‘Amerikan Müslüman cemaati için son derece gerilimli günler,’ diyor Amerikan-İslâm İlişkileri Konseyi İletişim direktörü İbrahim Hooper, ‘İnsanlar geleceğe ilişkin çok kaygılı.’

Olayların sayısı artarken pek çok kişi Trump’ı saldırıları kınamaya çağırıyor. New York Times başyazısında, ‘Tüm olaylar doğrulanabilir olmasa da, korku atmosferi kuşku götürmez bir gerçek ve öyle görünüyor ki büyümeyi sürdürecek,’ denilmekte. ‘Bay Trump bunu durdurmayı başaramayabilir, ama elinden gelen herşeyi yapmalı’…”[7]

Yapmıyor… Yapmayacak da. Kuşkunuz mu var?

O zaman, buyurun, Virginia eyaletinin Charlottesville kentinde yaşananlar:

Unutmuş olamazsınız, 2017 Ağustos’unda, ABD İç Savaşı’nda köleciliğin sürmesi için savaşan Güney Ordusu komutanı Robert E.Lee’nin heykelinin kaldırılması ve heykelin bulunduğu parkın adının değiştirilmesi yolunda bir karar alınmıştı. Kendine ‘Sağı Birleştir/ Unite the Right’ adını veren ve bir süredir internette örgütlenen ırkçıların bu kararı protesto için toplanması ve ırkçı gösterilerde silah taşınması, ırkçılık karşıtları arasında büyük bir tepkiye yol açtı ve kentte ırkçıları protesto eden bir dizi gösteri düzenlendi. Bu gösterilerden birine dalan otomobil, bir göstericinin ölümüne, 18 göstericinin ise yaralanmasına yol açtı. Kentte olağanüstü hâl ilan edildi. Kamuoyu ayaklandı. Irkçı şiddete tepki yağdı.

Ve Donald Trump sustu… Twitter sevdalısı Amerikan başkanı, olaylardan sonra iki gün boyunca bu konuda tek bir kelam etmedi. Nihayetinde ise, “şiddete başvuran iki tarafı da kınayan” alel usul bir açıklamayla geçiştirdi. Daha kötüsü, North Carolina’nın Durham kentinde önceki “kınama”sını da te’vil etti:

“O görüntülere çok yakından baktım. Sizin baktığınızdan da daha yakın. Ve bir tarafta bir grup vardı ve çok kötüydü. Karşı tarafta da bir grup vardı ve onlar da çok şiddetliydi. Daha önce Neo Nazileri kınadım. Farklı grupları kınadım. Ama o insanların hepsi Neo Nazi değillerdi, bana inanın. O insanların hepsi beyazların üstünlüğünü savunmuyordu.”

Donald Trump, hızını alamayarak ırkçılık karşıtı eylemcilerin, bir mahkeme binası önünde 93 yıldır duran ve kölelik yanlısı Konfederasyon askerlerini onurlandıran heykeli yıkmalarını da eleştirdi:

“George Washington köle sahibi miydi? Evet. Bu durumda George Washington’ın heykelini yıkacak mıyız? Afedersiniz ama George Washington’un heykelini yıkacak mıyız? Ya Thomas Jefferson hakkında ne düşünüyorsunuz? Onu seviyor musunuz? Peki tamam… Büyük bir köle sahibi olduğu için Onun heykelini de yıkacak mıyız?”

Irkçılar Trump’ın bu tavrını pek sevdiler. Öyle ki, Ku Klux Klan’ın eski lideri David Duke, twitter hesabından “Chalottesville hakkında cesaretle doğruları söylediğiniz ve solcu teröristleri de kınadığınız için teşekkürler Başkan Donald Trump” mesajını paylaşacaktı.[8]

Evet, Trump Charlottesville’deki ırkçı hezeyanı, geçiştirdi. Nasıl geçiştirmesin ki?

Çünkü Charlottesville’deki olayların baş aktörü ‘Sağı Birleştir’ hareketi, kendilerine “Alt-Right, yani Alternatif Sağ diyen yeni bir akımın temsilcileri. Mevcut sağ akım ve partileri beğenmiyor, sistemin, solcular, liberaller veya Yahudiler tarafından ele geçirildiğini, gerçek sağ ideolojinin büyük bir baskı altında olduğunu iddia ediyorlar.

Alternatif Sağ denilen bu hareket içinde, aralarında kendine ‘Beyaz Milliyetçiler’ diyen düpedüz ırkçı ve faşist gruplar var. Neo-Naziler, Ku Klux Klan derken hepsi aynı öfke dalgasının neferleri. Siyahlardan nefret ediyorlar. Onunla da bitmiyor Siyahlar dışında Obama’dan, Yahudilerden, LGBTİ camiasından, Müslümanlardan, solculardan, liberallerden… Kısacası ‘beyaz adam’ düzenini sarsan her türlü renk ve kimlikten nefret ediyorlar. Hayalleri var: Mevcut sistemi bu insanlardan temizleyip “Kendi ülkelerini kurmak” istiyorlar.

En önemli temsilcileri Beyaz Saray’da! Söz ettiğim, ABD Başkanı Donald Trump değil, ki kuşkusuz o da bu grupların desteğini kazanmış bir lider. Ancak Donald Trump’ın yakın danışmanı ve stratejisti Steve Bannon, bizzat Alternatif Sağ hareketinin beyinlerinden. Kurucusu olduğu Breitbert News ve Cambridge Analytica gibi yayınlar, bu hareketin yayılmasını, trolleşmesini ve nihayetinde Donald Trump gibi marjinal bir ismi iktidara getirmesini sağladı. Kurulu medya düzenine karşı, fakat ‘yalan haber’ ve sansasyon üzerine inşa edilen inanılmaz bir medya gücü var.”[9]

Yalnızca Steve Bannon da değil: Donald Trump’ın danışmanlarından Sebastian Gorka’nın ise Macaristan’daki Yahudi karşıtı gruplarla bağlantılı olduğu iddia ediliyor. 2016 yılında ABD başkanlık seçimi öncesi kampanyalar sürerken, Demokrat Parti’nin adayı Hillary Clinton da Donald Trump’ı Alt-Right hareketini ana akım siyasete taşımakla eleştirmişti. Alt-Right hareketinden olanlar kendilerinin ‘beyaz kimliğinin’ ve ‘geleneksel Batı medeniyetinin korunmasından’ yana olduğunu söylüyor.[10]

“Ya İngiltere?” mi?

Her yıl yenilenen ‘Britanya Toplumsal Tutumlar Araştırması’, kendilerini farklı gruplara karşı az ya da çok önyargılı hissedenlerin oranlarının yükselmekte olduğunu ortaya koyuyor. 2013’deki araştırma, Britanyalıların yüzde 30’unun kendini az ya da çok “ırkçı”olarak nitelediğini göstermekte. Irkçılık oranı sosyal sınıflara göre de değişiklik sergilemekte: Serbest meslek sahipleri ve yöneticiler arasında yüzde 26 oan “ırkçılık” skalası, vasıfsız işçiler arasında yüzde 41’e çıkıyor. İşin kötü yanı, işçi sınıfı ırkçılığının yükselmesi: 1991 araştırmasında vasıfsız işçiler arasındaki ırkçılık oranı yüzde 20 ile, meslek grupları arasındaki en düşük “ırkçılık oranı”nı temsil etmekte imiş. Bir başka deyişle, 20 yıl içerisinde ırkçılık oranının en hızlı ve yüksek artış kaydettiği kesimi, vasıfsız işçiler oluşturuyor.[11]

Daha çarpıcı bir gerçek ise, Brexit sonrasında Britanya’da ırkçılık ve dinsel ayırımcılıkla ilgili suçlarda bir sıçrama yaşanması. Polis kayıtları, AB referandumunu izleyen 11 ay içerisinde, nefret suçlarında bir önceki yıla göre yüzde 23’lük bir artış kaydedildiğini gösteriyor: Bu güne dek görülmemiş bir artış! Bazı bölgelerdeki artışların ise yüzde elliyi bulduğu kaydedilmekte. Nefret suçları arasında hicap giymiş kadınların yerlerde sürüklenmesi, Müslüman bir çiftin yüzüne asit atılması, iki Polonyalı erkeğin sokakta saldırıya uğraması ve birinin yaşamını yitirmesi gibi olaylar aktarılmakta. Müslüman çocuklarının okullara kaydedilmemesi ya da Müslüman çalışanların işten çıkartılmasına ise hiç değinmiyorum.[12]

Örnekleri çoğaltabiliriz: Belçika, Holanda, İtalya. Ya da kendileri Batı’da ayırımcılık ve ırkçılığa maruz kalan Doğu Avrupa ülkeleri…

Mesela Bulgaristan…

Bulgaristan’da polis veya güvenlik görevlisi rolüne soyunarak ülkeye kaçak yollardan giren göçmenleri yakalayarak sözde “gözaltına” alan “ırkçı Bulgar gönüllü göçmen avcıları”nın icraatlarından biri amatör bir kamera tarafından görüntülendi. BTV News haber sitesinde yayımlanan görüntülerde, Türkiye sınırını kaçak yollardan aşarak Bulgaristan topraklarına giren üç Afgan göçmenin “gönüllü göçmen avcıları” tarafından alıkonup ellerinin arkadan bağlanmasından sonra yere yatırıldıkları görülüyor.

Türk sınırı yakınlarındaki Yıldız (Istranca) Dağları’nda çekildiği bildirilen görüntülerin ortaya çıkmasından sonra BTV’ye konuşan Bulgar sınırından sorumlu Emniyet Müdürü Antonio Angelov, göçmenlerin bu şekilde alıkonulmasının yasadışı olduğunu söyledi.

Ancak Bulgar polisinin buna rağmen “gönüllü avcılara” hiçbir yaptırım uygulamaması dikkat çekiyor. Bulgaristan’da daha önce de Dinko Valev adlı bir tüccar, Türkiye sınırında “göçmenleri avlamak” için devriye gezmeye başlamıştı. Valev’in sınırda 12 Suriyeli erkek, 3 kadın ve 1 çocuğu yakalaması, ülke genelinde “memnuniyetle karşılanmıştı”. Balkan Insight News haber sitesinin haberine göre Bulgaristan sınır polisi Türkiye sınırı yakınlarında 23 göçmeni yakalayan bir “gönüllü sınır devriyesine” ödül vermişti.[13]

Ya da Macaristan…

Mültecileri engellemek için sınırına tel örgü çeken Macaristan, “Meclisinin onayı olmadan, AB’nin Macar vatandaşı olmayan kişilerin Macaristan’da ikametine karar vermesini istiyor musunuz?” referandumuna giderken;[14] Macaristan’ın Sırbistan üzerinden gelen göçmenlere karşı tutumunu katılaştırıldı. Macar güvenlik güçleri, ülkeye giriş yapmak isteyen mültecilere göz yaşartıcı gaz ve coplarla müdahale etti.[15]

Ayrıca Roszke mülteci kampında, Macar polisinin tel örgünün arkasındaki yaklaşık 150 kişiye yiyecek fırlatması ve mültecilerin yiyeceği kapmak için verdiği mücadele görüntülendi. Macar polisi, mültecilere “hayvan” muamelesi yapmakla suçlandı.[16]

Batı ölçeğindeki bu sağcılaşma, siyasal tercihlerde de ifadesini bulmakta.

Kuşkusuz ki, onyılın “sürpriz”i, Donald Trump’tı. Kendisini başkanlık koltuğuna taşıyan seçim propagandalarında, Müslümanlar için ‘Hepimizi havaya uçurmak istiyor. Onları Amerika’dan atacağım’…

Meksikalılar için ‘Kadınlarımıza tecavüz ediyor, Meksika’ya karşı duvar öreceğim’…

Çinliler için ‘İş yerlerimizi elimizden çalıyor, onları bu ülkeden kovacağım’…

İranlılar için ‘Onlarla yapılan nükleer anlaşmayı tanımayacağım’…

Gazeteciler için ‘Hep yalan yazıyorlar’…

Afro-Amerikalılar için ‘Hiç güvenilmez’…

Demokrat Partili rakibi Hillary Clinton için ‘Kazanırsam hapse attıracağım’…” diyen Donald Trump![17]

Kavgam’ı başucu kitabı olarak tutacak kertede ırkçı, kadın düşmanı,[18] homofobik,[19] anti-entelektüel[20], izolasyonist,[21] milliyetçi…

Ancak Trump, tek değil. Bir “yanılgı”, “yol kazası”, “rastlantı” filan hiç değil. 2000’lerin başından bu yana, dünya siyaset sahnesinde sağın, üstelik de “(neo)liberal politikaların savunucusu ve sürdürücüsü klasik (“merkez” olarak nitelenen) “sağ”ın değil (o Janus ikizi “sosyal demokrasi”yle birlikte hızla yitiriyor zeminini), ırkçılık, yabancı düşmanlığı, anti-entellektüalizm, homofobi, misojininin irredantizm ve yayılmacılıkla karıldığı, “neo-faşist” yönelimli sağın yükselişine tanık oluyoruz. Kararlı adımlarla…

Sıralayalım: Yunanistan’da faşist Altın Şafak Partisi, 2015’te yapılan son seçimlerde yüzde 7 oy aldı. Macaristan’da 2014’te yapılan seçimlerde faşist Jobbik Partisi yüzde 20 oy aldı. Bulgaristan’da seçimlerde Türklerin oy kullanmasını engellemek için sınıra barikat kurmasıyla gündeme gelen neo-faşist Ataka’nın oy oranı yüzde 10’u buluyor. Fransa’da neo-faşist FN-Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kalarak, ikinci turda yüzde 34 oy aldı. Hollanda’da ırkçı faşist PVV-Özgürlük Partisi son seçimlerde yüzde 13 oy alarak ikinci parti oldu. Avusturya’da 2015’te yapılan eyalet seçimlerinde ırkçı Özgürlük Partisi (FPÖ) Steirmark’ta oylarını yüzde 10,6’dan yüzde 27,1’e, Burgenland’da ise, yüzde 9’dan yüzde 15’e çıkardı. İngiltere’de aşırı sağcı UKIP 2015 seçimlerinde yüzde 16 oy aldı. Yine Almanya’da aşırı sağcı Almanya için Alternatif Partisi’nin (AfD) parlamentoya girecek kadar güçlenmesi ve İtalya (Kuzey Ligi), İsviçre (SVP), Danimarka (Halk Partisi-DF), İsveç (Demokratlar Partisi), Finlandiya (Hakiki Finler Partisi), Belçika (Flaman Çıkarı-Vlaams Blang) gibi ülkelerde aşırı sağcı-faşist partilerin etkinliğinin giderek artması, işçi-emekçi halk kitlelerinin neo-liberalizme tepkilerinin gerici hareketlere yedeklenmesinin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada AB’nin kışkırtmasıyla Ukrayna’da yapılan faşist darbeyi de ayrıca not etmek gerekiyor.

Irkçılığın, yabancı düşmanlığının, şiddetperestliğin hem toplumsal hem de siyasal sahnede bu denli yaygınlaşmasını nasıl açıklamalı?

Deneyelim:

Tarih bize faşizmin, kapitalizmin aşılamayan bir ekonomik krizi içinde ortaya çıkan bir siyasi, toplumsal hatta kültürel akım, bir devlet “biçimi” olduğunu gösteriyor.

Neoliberalizm, ideologlarının “komünizmin çöktüğünü, bundan böyle yeryüzünün küresel piyasanın işlerliği aracılığıyla ebedî bir “serbest piyasa ekonomisi” içinde yaşayacağımızı ilan edişinden bu yana, krizlerden kendini kurtaramadı: 1980’lerde ABD, 1990’da Japonya, 1994’de Meksika, 1997’de Güneydoğu Asya, 2001’de başta Brezilya olmak üzere Latin Amerika, 2008’de tüm ABD ve Avrupa’yı etkisi altına alan malî kriz, 2009’daki “büyük resesyon”. “Malî kurumları destekleyecek tarzda yürürlüğe sokulan dramatik politikalar ve ekonomilerin dev bütçe açıkları sayesinde Büyük Bunalım’a benzeyen bir senaryonun tekrarı engellendi, ama makro politikalar yapısal bir krizi tedavi edemez,” diyor Gerard Duménil ve Dominique Lévy, “2010’larda, ‘dünya’ artık krizde değil, ama -bugün ‘durgunluk’ olarak tanımlanan düşük büyüme hızları ve büyük bir hızla artan hükümet borçlarıyla ABD ve dahası, Avrupa krizden çıkabilmiş değil.”[22]

Kronik(leşen) krizi bir yana, sermayenin sınırsız büyüme özgürlüğü, emeğin örgütsüzleş(tiril)mesi, esnekleş(tiril)mesi, deregülarizasyonu, her şeyin, ama her şeyin metalaştırılması, yeryüzü kaynaklarının hoyratça ve sınırsızca talanı, ve bu talanın yol açtığı ekolojik krizler, tüketimciliğin dizginlerinden boşanması, enerji kaynak ve koridorlarının kontrolü için yükselen ve gerileyen emperyalist güçler arasında (genellikle “insan hakları, terörizme karşı mücadele” vb. kisveler altında yürütülen savaşlar… düşünüldüğünde, neoliberal kapitalizmin kendisi, dizginlenemez bir krizden ibarettir. Dünya nüfusunun yüzde 1’inin dünya servetinin yarısından fazlasına sahip olduğu, yoksulluğun çapı durmaksızın genleşirken servetin giderek daha az sayıda elde temerküz ettiği bir düzen(sizlik), sürdürülemezdir.

Gerisi için Ergin Yıldızoğlu’na kulak verelim:

“Kriz kronikleşirken, bir taraftan işsizlik, yoksullaşma, güvensizlik (sosyal statüsünü kaybetme korkusu), diğer taraftan finans sermayesinin asalak yapısının gözler önüne serilmesi, sınıf çelişkilerini keskinleştiriyor, kapitalist sınıfın hegemonik fraksiyonun halktan aldığı rızayı zayıflatıyor, toplumsal dokuyu çözmeye başlıyor. Bu çözülme, 1930’larda öncelikle ‘orta-küçük burjuva’ olarak tanımlayabileceğimiz işletme sahiplerinin yaşam dünyalarını etkiliyor, örgütlü işçi hareketinden, onun siyasi ifadelerinden, komünizmden korkmalarına yol açıyordu.

Düzenin seçkinlerini, özellikle finans sermayesini, ulusal ahengi bozan ‘yabancı’ unsurları hedef alan, güvensizliğe çare, güçlü bir lider, organik bir toplum öneren faşist hareket bu kesimin içinden doğdu. Faşist hareket, ırkçı, şoven milliyetçi, otoriter- eril, duygulara hitabeden eklektik demagojik bir söylemle orta sınıfları etkisi altına aldı. O noktada, büyük sermayenin toplumsal çözülmeyi önlemek, emek disiplinini, emperyalist genişleme politikalarını dayatmak, bir sosyalist devrim olasılığına karşı önlem olmak üzere faşist hareketi desteklediğini, iktidara taşıdığını görüyoruz.

Kapitalizm 1970’lerden bu yana uzun bir yapısal kriz içinde. Bu krizi yöneten ekonomik model tükenirken, 2007 mali krizi patlak verdi: İşsizlik, yoksullaşma, bu kez özellikle beyaz Hıristiyan işçi sınıfı içinde güvensizlik, sosyal statüsünü kaybetme korkusu yaratmaya başladı; krizin kaynağı olarak görülen finans sektörünün, yöneticilerinin maaşlarının müstehcen düzeyi, gelir dağılımı tartışmaları toplumun gündemine oturdu.

Dün ekonomik durumu bozulduğu, sosyal statüsünü kaybetmeye başladığı için, faşist demagogların ırkçı otoriter çağrılarına cevap veren orta küçük mülk sahibi sınıfların yanına bugün işçi sınıfının önemli bir kesimi de ekleniyor.

Krizdeki sermaye birikim rejimi işçi sınıfına bir çözülme yaşatıyor, onlar elindekini koruma çabası içinde. Bu eskiye yönelik bir nostalji, olana sarılan muhafazakâr bir refleks, bu duruma yol açan egemen sınıf seçkinlerine, düzen partilerine karşı büyük bir güvensizlik üretiyor.

Diğer taraftan, kriz içinde işçi sınıfının bir kesimi çözülürken, yeni teknolojilere, sermayenin girmeye başladığı yeni değerlenme alanlarına bağlı olarak yeni emek biçimleri ve yeni işçi sınıfı kesimleri şekillenmeye başlıyor. Yeni teknolojiler dün elektrikli makineler, hareketli bant sistemi vb., iken bugün, dijitalleşme, robotlar, bilişim ağları olarak düşünülebilir. Hizmet, özellikle sağlık ve eğitim sektörü, kültürel (simgesel) üretim alanları da bize sermayenin 1980’lerden bu yana hızla girmekte olduğu yeni alanları verir.

İşçi sınıfının çözülmekte olan kesimi, ırkçı faşist demagogların çağrılarına kapılabilirken, işçi sınıfının yeni şekillenen kesimi, bu kesime katılmaya hazırlanan gençler örneğin İngiltere’de Brexit tartışmasında farklı bir tavır sergiliyorlar; bir ankete göre, bu kesime katılmak üzere yetişen Manchester Üniversitesi öğrencilerinin yüzde 95’i, AB’den çıkmak istemiyor.

Dün Yahudileri tehlike olarak saptayan ideolojik kültürel eğilim bu kez yabancı işçileri, giderek Müslüman göçmenleri hedef almaya başlıyor, işçi sınıfının yeni daha eğitimli kesiminin bu konuda da daha temkinli davrandığı görülüyor. (…)

1930’larda olduğu gibi yine, bir kapitalizm ölüyor, yeni bir kapitalizm, ya da sosyalizm henüz doğamıyor. Tarihin bu çatlağından yine sınıflı toplumların, kapitalizmin en çirkin canavarları, sahneye çıkıyor…”[23]

Faşizm, 1930’larda yükselen işçi sınıfı mücadelesi, SSCB’nin emekçiler üzerindeki etkisi karşısında paniğe kapılan, Büyük Bunalım yorgunu kapitalizm için bir “can simidi” olmuştu. İşçi hareketini zecri tedbirlerle bastıran, komünist ve genelde sol partileri tasfiye eden faşizm Alman ve İtalyan sanayicilerine bir “hayat öpücüğü” sağladı.

Mali, iktisadi ve toplumsal krize yıkarak-dökerek de olsa bir çare oluşturan faşizm, öyle gözüküyor ki neoliberal kapitalizmin mevcut krizine bir tepki, ama aynı zamanda bir yatıştırıcı, bir manipülasyon aracı olarak bir kez daha çıktı sahneye.

Neoliberalizmin yerinden ettiği, aşağılara doğru sürüklediği orta ve alt-orta sınıfların, sınaî üretimin Güney ülkelerine kayması karşısında işini ve konumunu yitirmiş sanayi işçilerinin, istihdam ve sosyal güvenlik açısından kırılganlaşmış, gelir düzeyi düşmüş emekçilerin, varlık temellerini hızla yitirmekte olan esnafın, küçük işletmecilerin, ürünlerini yok pahasına gıda tekellerine satmak zorunda kalan köylülerin, market zincirleri karşısında kapılarına kilit vurmak zorunda kalan dükkân sahiplerinin… korku ve öfkelerini, sosyalist alternatifin güdüklüğünde, tüm bu olayların gerçek sorumlusu olan kapitalizme değil de, göçmen işçilere, sığınmacılara, etnik azınlıklara, Müslümanlara… yönelterek kapitalizme bir can simidi atıyor. “Millî sermaye” ile “millî emek” arasında, korporat ilişkilerin carî olduğu, “güçlü bir devlet”e dayalı ahlaksal/ püriten bir toplum “sahte”-idealine çağrı çıkartırken, uluslararası arenada “gücü gücüne yeten” ilkesinin geçerliğini va’zediyor. Ahlaklı, çalışkan, kanaatkâr emekçiler, yatırımlarını kendi ülkesine yönelten, “millî” kapitalistler, lebensraum’unu sürekli genişletme uğraşında güçlü bir devlet… Bir başka deyişle olasız bir Max Weber kapitalizmi… Küresel piyasanın dünyanın dört bucağında dal-budak sarmış üç-beş Çokuluslu’nun denetiminde olduğu bir momentte.

Çürümekte olan sistemlerde “Altın çağ” özlemleri tırmanışa geçer. Ölmekte olan birinin en güzel anılarının bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmesi gibi bir şey.

Neofaşist zorbalık alt ve alt-orta sınıfların öfke ve korkularını, ilerleyen ya da gerileyen emperyalist devletlerin avlağına dönüşmüş çatışma ve çöküntü alanlarından kaçarak Kuzey’in refahına sığınmaya çalışan göçmenler, mülteciler üzerine boşaltmalarını sağlayarak, ve konumunu hızla yitiren küçük patronları “altın çağ” düşleriyle avutarak kapitalizmin ömrünü bir süre daha uzatabilir. Ancak bu kez çürümenin ve dağılmanın dışında hiçbir şeyin ebesi olamaz. Kapitalist sistem, sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Merkezine “bios”u ve emeği alan alternatif bir sistem tarih sahnesine çıkmazsa, en karamsar bilim-kurgularda betimlenen distopyalar eşiktedir.

“Ya sosyalizm ya barbarlık” öngörüsü hiç bu kadar canlı, geçerli ve acil olmamıştı!


[*] 8 Nisan 2018 tarihinde Almanya/ Köln’de düzenlenen etkinlikte yapılan konuşma… Kaldıraç Dergisi, No:201, Nisan 2018…
[1] Aristo.
[2] Ian Angus, “… ‘Ya Sosyalizm Ya Barbarlık’ Sözünün Kökeni”, Altüst dergi, 30 Haziran 2015, http://www.altust.org/2015/06/ya-sosyalizm-ya-barbarlik-ifadesinin-kokeni-ian-angus/
[3] “Global Gelir Dağılımı Uçurumu Tarihi Seviyede”… https://www.emlakwebtv.com/global-gelir-dagilimi-ucurumu-tarihi-seviyede/66535
[4] “Fransa’da Şok Irkçılık Raporu”… http://www.dw.com/tr/fransada-%C5%9Fok-%C4%B1rk%C3%A7%C4%B1l%C4%B1k-raporu/a-17537619
[5] “Almanya’da 21 Yılda 746 Irkçı Cinayet İşlendi”… https://www.dunya.com/dunya/039almanya039da-21-yilda-746-irkci-cinayet-islendi039-haberi-318810
[6] Braden Goyette ve Alissa Scheller, “15 Charts that prove we’re far from post-racial”… https://www.huffingtonpost.com/2014/07/02/civil-rights-act-anniversary-racism-charts_n_5521104.html
[7]http://www.slate.com/blogs/the_slatest/2016/11/13/a_list_of_racist_incidents_across_the_united_states_since_donald_trump_was.html
[8] “Donald Trump’tan Charlottesville Açıklaması”, Cumhuriyet, 17 Ağustos 2017, s.7.
[9] Aslı Aydıntaşbaş, “Her Yerde Aynı Dalga”, Cumhuriyet, 17 Ağustos 2017, s.11.
[10] Çağrı Çobanoğlu, “Kim Bu Beyaz Irkçılar? ‘Amerikan Talibanı’…”, Hürriyet, 16 Ağustos 2017, s.22.
[11] “Racism on the rise in Britain”, The Guardian, 27 Mayıs 2014… https://www.theguardian.com/uk-news/2014/may/27/-sp-racism-on-rise-in-britain
[12] “Brexit vote sees highest spike in religious and racial hate crimes ever recorded”, The Independant, 7 Temmuz 2017… http://www.independent.co.uk/news/uk/home-news/racist-hate-crimes-surge-to-record-high-after-brexit-vote-new-figures-reveal-a7829551.html
[13] “Amatör Kamera Tarafından Görüntülendi… İnsanlığın Bittiği An”, Cumhuriyet, 13 Nisan 2016, s.20.
[14] “Macaristan’da Mülteci Kotası Referandumu”, Evrensel, 2 Ekim 2016, s.9.
[15] “Nazi Polisi Gibi Saldırdılar”, Gündem, 18 Eylül 2015, s.13.
[16] “Macaristan’da Mültecilere ‘İnsanlık Dışı’ Muamele”, Milliyet, 12 Eylül 2015, s.22.
[17] Yalçın Doğan, “Küresel Azgınlaşmaya Donald Trump Şırıngası”… http://t24.com.tr/yazarlar/yalcin-dogan/kuresel-azginlasmaya-Donald Trump-siringasi,15863
[18] “Şişko, domuz, köpek, çamur, iğrenç hayvan…” Trump’ın kadınlar için kullandığı tanımlardan birkaçı. (Bkz. Claire Cohen, “Donald Trump sexism tracker: Every offensive comment in one place”, The Telegraph, 14 Temmuz 2017… https://www.telegraph.co.uk/women/politics/donald-trump-sexism-tracker-every-offensive-comment-in-one-place/)
[19] Homofobik “Aile Araştırmaları Konseyi”nin davetinde konuşan Başkan Trump “Eşcinsel davranış hem onu sürdürenler hem de genelde topluma zararlıdır, ve hiçbir zaman onaylanamaz,” dedi. (http://www.independent.co.uk/news/world/americas/donald-trump-anti-lgbt-address-hate-group-summit-meeting-first-president-us-homphobia-a7997401.html)
[20] “Donald Trump başkanlığının başından beri kararlı bir şekilde anti-entelektüelizmini sürdürdü. Kendi başına ele alındığında, böylesi yanlış anlaşılmış bir konum Amerikan siyasetinde görülmemiş bir durumdur. Kaygı verici olan, başkanın geniş çaplı yetersizliğine ilişkin kanıtların yığılmasına karşın milyonlarca yurttaşın böylesine iradî bir akıl-karşıtlığını eleştirme konusunda gönülsüz kalması,” diyor Louis René Beres U.S. News’daki makalesinde. (“Trump and the Triumph of Anti-Reason”, U.S. News, 13 Temmuz 2017… https://www.usnews.com/opinion/op-ed/articles/2017-07-13/donald-trump-and-the-triumph-of-anti-reason-in-america)
[21] Çin ile “yeni bir soğuk savaşın eşiğinde” olduğundan söz edilen (Peter Beinart, “Trump is preparing for a new cold war”, The Atlantic, 27 Şubat 2018); Meksika sınırına (maliyetini Meksika’ya yıkmaya çalıştığı) bir duvar inşa etme “çılgın proje”sinin sahibi biri için başka bir neiteleme olabilir mi?
[22] Gerard Duménil ve Dominique Lévy, “The Crisis of Neoliberalism”… https://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:oyAjzS8KuokJ:https://thenextrecession.files.wordpress.com/2015/06/dumenil-neoliberalism.doc+&cd=5&hl=tr&ct=clnk&gl=tr
[23] Ergin Yıldızoğlu, “Faşizm Yine Gerçek ve Yakın Tehlike”, Birgün Pazar, Yıl:14, No:485, 26 Haziran 2017, s.2-3.