T.C.’de solcu olmanın dayanılmaz hafifliği

Bu yazımda bu ülkenin böylesine kokuşmasından -elbette ki bütün dünya ülkelerinin pençesinde kıvrandığı emperyalist senaryolar bir yana- neden sağ görüşlü insanlardan daha çok her kategorideki solcunun sorumlu olduğunu anlatmaya çalışacağım.

İsterdim ki kendine ‘solcuyum’ diyen herkes, şapkasını önüne koyarak ön yargısız bir şekilde sonuna kadar okusun.

Evet, ısrar ediyorum ki artık içinde çürümeye başladığımız bu kesif kokuşmuşlukta en büyük pay sahibi solculardır! Çünkü sağcılar misyonlarının dibine kadar hakkını verip, asla birbirinin kuyruğuna basmazken, solcular her daim birbirlerine kuyu kazma geleneklerinden bir türlü vazgeçmedikleri gibi, başta yaşamı ve insanı evriltmek olan aslî görevleri olmak üzere, misyonlarının gereği olan hiçbir şeyi bir türlü hakkıyla yerine getirmezler; hatta çoğunluğu o gereklerin yakınından bile geçmez.

Çünkü ortadaki fotoğraf milliyetçilerin ve radikal dincilerinki gibi çok net bir şekilde görünür olmadığından, solcular kendi acı gerçekliklerinin ayırdına varamazlar. Oysa ki onlar da aslında tıpkı sağcılar gibi, solcu olma olgusunun ‘içine doğmuş’; yani ‘kendiliğinden’ solcu olmuş, politik olarak vasıfsız elemanlardır.

Özgür irade ve berrak bir zihinle tercih edilmeden, emek harcanarak ve kafa yorularak iç dinamiklerine olabildiğince vâkıf olunmadan, sadece ‘ucundan acık’ dokunularak, her türlü düşünsel nitelik ve donanımdan yoksun bir farkındasızlıkla eklemlenilen solculuk oyunu da bu kadar olur zaten.

‘İçine doğulduğu için’ kendiliğinden sahip olunabilen ve sahip olan kişinin sığlığıyla doğru orantılı olarak büyüyen milliyetçilik ve radikal dincilik olguları doğaları gereği zaten sorgulamayan ve düşünmeyen beyinler gerektirdiğinden, ‘niteliksizlik’ bu cephede son derece ‘hayırlı’ sonuçlar doğurur, ama solcular için bu mekanizma ters orantılı bir şekilde işler; eksiklik büyüdükçe solculuk küçülür. Irkçılık ve radikal dincilik, sığ insanın bu aşağı durumunu hiçbir emek harcamadan rasyonalize ederek kendine yapay bir anlam katabileceği en ucuz ve kolay ulaşılabilir malzemelerken, solculuk kendini teslim edeceği insanda asgarî de olsa nitelik arar. Bir solcu hiçbir eğitim görme şansı bulamamış biri bile olsa, kendini en azından âdil, objektif, eşitlikçi, vicdanlı ve kesinlikle çifte standartsız bir boyuta taşımak zorundadır. Ki zaten, bunlar sadece solcuların değil, her insanın sahip olması gereken sıradan vasıflardır.

Düşünmeyen, sorgulamayan; kendini sadece sol literatüre ait iki kitapla değil, her türlü bilgiyle beslemeye en azından çabalamayan; algısını geliştirmeyen, olguları eleştirmeyen, yaşamı her boyutuyla yorumlamayan, her türlü verili bilgi ve koşullanmışlıktan bağımsız yepyeni fikirler ve çözüm önerileri üretmeye açık bir beyin ve vicdanlı bir kalple destekli son derece bütünlüklü bir ‘yaşam hakkı algısı’ olmayan bir insanın solculuğundan söz edilemez.

Tıpkı bu ülke solcusunun çoğunluğu için söz edilemeyeceği gibi.

Sırf yoksul doğduğu için, öteki doğduğu için, ezilen sınıfa mensup bir birey olarak hasbelkader sol görüşte yer alan bir ailenin ya da sosyal çevrenin ya da azınlık bir halkın içine doğduğu için, sırf erk sahibi olmadığı için veyahut da tamamen özentiyle veya tesadüf eseri solcu olmak, kimseyi otomatikman solcu yapmaz. Bu şekilde sadece kendinizi solcu ‘zannedebilirsiniz’ o kadar.

Ki bu talihsiz zannediş hali, bir sağcının taşıdığından çok daha büyük tehlike potansiyeli taşır. Tıpkı ne zaman ve ne şekilde infilak edeceği bilinmeyen bir serseri mayın gibidir kendini solcu ‘zanneden’ şahıs. Ne zaman içinden bir faşist çıkacağını, ne zaman sol gösterip sağ vuracağını başta kendisi olmak üzere kimse tahmin edemez. Sağcıdan ne gelip ne gelmeyeceğini aşağı yukarı bilir, ona karşı gardınızı alırsınız; fakat kendini solcu zanneden ve öyle pazarlayan kişinin karşısında gardınız düşük olduğundan tamamen savunmasızsınızdır. O insanın solculuğunun nerede bitip, nerede zalimliğinin ve gemisini kurtaran kaptanlığının başlayacağı belli bile değildir.

Ve bütün bu gerçekliklerin doğal sonucu olarak da bizim kendini on yıllardır solcu olarak tanımlayan CHP’limizden sosyal demokratımıza, sosyalistimizden komünistimize ve hatta ne yazık ki anarşistimize kadar, skalanın her boyutundaki solcumuzun büyük çoğunluğu gücü elinde tutanların tarafına geçebilmek için bilinçaltı fırsatlar kollayan, içindeki canavarı her daim diri tutan maskeli bireyler olarak sürdürür arada kalmış hayatını… Kimi karşısına çıkan ilk fırsatta aslına rücu ederken, kimi de durumunu bilince çıkarıp kendisiyle yüzleşme fırsatı bile bulamadan kendini solcu zannederek tüketir âhir ömrünü…

Bütün bunları nereden mi anlıyoruz?

Her şey aslında son derece net; çoğu, söylemi ve eylemi arasındaki kapanmaz mesafeyle kendisi bile farkında olmadan açık ediyor durumunu. Çoğu, tutarlılıktan fersah fersah uzak ve kesinlikle ‘bütünlüklü bir yaşam hakkı algısına’ sahip değil! Evrene, doğaya, insanlığa, varoluşa dair öylesine güdük, öylesine bencil, öylesine çifte standartlı hissiyatlar ve eksik kavrayışlarla dolular ki, insanın sadece kendinden olan ölüsüne, dünyanın ise sadece insan olan canlısına ağlıyorlar.

Elbette ki istisnalar saklı olmak üzere Türk sadece Türk’e, Kürt sadece Kürde, sünni sadece sünniye, alevi sadece aleviye, hetero sadece heteroya, eşcinsel sadece eşcinsele ağlıyor; kendisine göre öteki olana ya da hayvana ise en fazla üzülMÜŞ GİBİ yapıyor; hatta çokluk umursamıyor ve hatta içlerinden “oh olmuş” diyenler bile çıkıyor.

Hiçbir etnik ya da cinsel kimlik, dinî inanç, tür ayırmaksızın herkesin ve her canlının acısını anlattığım yazılarımın ve paylaşımlarımın hepsine aynı duyarlılıkla yaklaşan insanların sayısı neredeyse parmakla gösterilecek kadar az.

Örneğin yoğunluklu olarak Kürdün acısını anlatmaya odaklandığımda etrafım bir anda Kürt arkadaşlarımla çevrelenirken, beyaztürk solcusu arkadaşlarım ortalıktan yok oluveriyor. Keza, kendilerine dair olmayan herhangi bir sorunu gündeme getirdiğimde ise Kürt arkadaşlarımın çoğunun umurunda olmuyor.

Hele ki ele aldığım konu biraz daha evrensel ve entelektüel bir sorun ise, hele ki konu lgbti bireyler, hayvanlar ya da doğa gibi çoğunluk için ikincil, üçüncül, beşincil dertler olan, hatta bazıları için dert bile olmayan meselelere dair ise, her iki taraf da yüzüne bile bakmıyor. Bakanların bir kısmının samimiyetsizliği ya da en önemli zaafları olan elitistlik problemi ise en ufak bir sözlerinde veya paylaşımlarında kolayca su yüzüne çıkıveriyor.

Ve bu gözlemlerim ne yazık ki sadece sosyal medya ile de sınırlı değil. Reel hayatta iletişimde olduğum insanlarla ve topluluklarla olan deneyimlerim de bu sözlerimin birebir paralelinde gidiyor.

Eleman sözde solcu; fakat sadece kendi derdiyle ilgili etkinliklere katılıyor örneğin. Birçok insan hakları ihlali eyleminde meydanları on biner on biner dolduran insanlar, bir transseksüel cinayetinin protesto edilmesi söz konusu olduğunda çil yavrusu gibi dağılıyor; bütün diğer eylemlerden ezber ettiğimiz yüzler, o protestonun yanından bile geçmiyor. Hatta kimileri orada olmayı bir utanç vesilesi sayıyor. Oysa ki söz konusu olan kurban Özgecan gibi toplumun ortak hassasiyetlerine dokunan, onlara göre tırnak içinde ‘saf ve masum’ bir genç kız ise, transseksüel kadın ondan çok daha korkunç bir şekilde katledilmiş bile olsa toplumun solcular da dahil bütün farklı katmanlarında idam çığlıkları attıran ortak bir histeri krizine dönüşebilecek kadar tavan yapan bir duyarlılık ortaya çıkıyor.

Eleman sözde solcu; fakat idam cezası isteyebiliyor. O kadar tarih ve ülke bilincinden yoksun ki bu diyarlara tekrar getirilecek olan idam cezası ile zannettiği gibi vahşet suçlularının asılması şöyle dursun, o yağlı urganın asıl kendi boynuna geçirileceğinin bile ayırdına varamıyor.

Eleman sözde solcu; fakat bir tecavüz suçlusuna ‘sana da hapishanede tecavüz ederler inşallah’ ya da ‘senin anan, bacın, karın da senin çocukların da tecavüze uğrasın’ şeklinde beddua edebiliyor. Ve iliklerine kadar dehşetle hissediyorsun ki böyle bir şey gerçekleşse yüreği soğuyacak, hatta elinden gelse kendisi yapacak.

Eleman sözde solcu; fakat kardeşim dediği bir halk gözünün önünde katledilirken, o üstelik de bir yandan Gezi’nin mirasını devraldığı teranesiyle lâiklik forumları v.s. şeklinde Haziran aerobiği atraksiyonları yapıp, genç yaşlı hamile çocuk demeden öldürülen, sağ kalanları ise taş taş üzerinde bırakılmayan yurtlarından sürgün edilen sözde kardeşleri için sadece fasulye, nohut ya da kıyafet toplamayı dayanışma zannederek, misyonunu yerine getirmiş olmanın huzuru içinde solcu solcu uyuyabiliyor.

Eleman sözde solcu; fakat Kürt illerinde sadece son iki yılda katledilen sayısız masum çocuğa rağmen, onların içinden bir tane Berkin Elvan çıkartamıyor. Onlardan bir tanesinin ismini bile bayraklaştıramıyor. Birine, “Ya Nihat Kazanhan?” diye sorduğumda önce hatırlayamıyor; hatırlattığımda ise, “sen Nihat Kazanhan ile Berkin Elvan’ı bir mi tutuyorsun?” diye sanki anasına küfretmişim gibi çıkışabiliyor. Oysa ki Nihat da Cizre’de bir polis kurşunuyla katledildiğinde Berkin gibi sadece 12 yaşında bir çocuktu ve birkaç ay arayla öldüler.

Eleman sözde solcu; fakat kendi gerçekliğiyle, ağasıyla, şıhıyla, korucusuyla, kanlı töreleriyle, çoğu kez Orta Anadolulu yobazlarınkinden bile daha yobazca olabilen dînî hurafeleriyle, hatta zaman zaman bizzat kendi insanının sergilediği ihanet ve duyarsızlıkla yüzleşmeye asla yanaşmıyor. Herkes gibi o da en kolaya kaçmayı, yani suçun tamamını karşı tarafa atmayı tercih ediyor. Bir ezen ulus zalimliği ve ezilen ulus mazlumluğu genellemesi tutturup, sanki ezen ulusa mensup her birey zalim, ezilen ulusa mensup her birey de mazlummuş gibi etrafa katilininkinden hiçbir farkı olmayan korkunç bir ırkçılık söylemi ve nefret saçabiliyor. Sur’un abluka altında olduğu süreçte Batı’daki duyarsız beyaztürke elbette ki haklı olarak veryansın ederken, yarısı yaprak döken Diyarbakır’ın diğer yarısının bahar bahçe olduğuna, değeri aslında aylık 300 TL olan evlerini, Sur’dan sürgün edilen çaresiz kardeşlerine 1 milyona kiraya veren fırsatçıların çirkin varlığına, Diyarbakır’ı koskocaman bir şantiyeye çeviren kan emici rantiyelerine, sadece yoksul halk çocuklarının ölümüne yol açan kirli savaş stratejilerine gözlerini kapatmasının solculuğun olmazsa olmazı olan objektifliği yalan ettiğinin farkına bile varamıyor.

Eleman sözde solcu; fakat kuyruğunu kıstırdığı gibi ateş hattından kaçtığını unutup, güvenli ve sıcak evinde klavye başında çayını yudumlarken başkalarının çocuklarının ölümü üzerinden savaş çığırtkanlığı yapabiliyor.

Eleman sözde solcu; fakat senelerce bu faşist ülkenin en büyük suçlarından biri olan başörtüsü yasağını savunurken, kendisine kamusal alanda içki içme ya da mini etek giyme yasağı getirilmesi ihtimalinin fikrine bile katlanamıyor.

Eleman sözde solcu; fakat hayvanları seven, onları besleyen, koruyan, kollayan kişileri “İnsanlar dururken hayvanlarla ilgileniyor,” diye yargılıyor ve hatta onları küçümseyerek alay ediyor. Sanki onlara yardım etmek, o hayvanların bütün yaşama alanlarını bir virüs gibi işgal eden insanların boynunun borcu değilmiş gibi, sanki bu dünya sadece insanlara aitmiş gibi müthiş bir vicdansızlık ve kayıtsızlıkla sergileyebiliyor bu tiksindirici tavrını.

Eleman sözde solcu ve bütün hayatını ‘halkların kardeşliği’ sloganını diline pelesenk ederek geçiriyor; fakat ülkesine sığınan mülteci ile bir kuru ekmeğini paylaşmaya yanaşmıyor. Hatta onların bir kısmı için yaşama alanının, okuma hakkının, gelirinin gasp edilmesi devletin kirli plânlarının parçası değil de onların suçuymuş gibi, o biçare insanları tiksinerek acımasızca öteliyor; çoluğuna çocuğuna nefret kusuyor.

Eleman sözde solcu; fakat kendisini ve başta ailesi olmak üzere çevresini sarmalayan insanları özgünleştirmeye ve gerçek anlamda özgürleştirmeye asla kafa yormuyor, bunun için hiçbir hakiki çaba göstermiyor. Hatta solculuğun olmazsa olmazı olan bu niteliklere sahip olmadığının ayırdında bile değil. Kendisini bir kere ‘solcu’ olarak tanımlamış ya, ona yetiyor. Lafa gelince mangalda kül bırakmıyor; fakat reel hayatın içindeki hassasiyetleri, reaksiyonları, jargonu, eylemi güya beğenmediği, aşağıladığı, cahil bulduğu toplumsal yığınlarınkiyle ufak tefek göstermelik şeylerin dışında neredeyse hiçbir fark taşımıyor. Solcu; ama, homofobik olmaktan hiç gocunmuyor örneğin. Solcu; ama, insanı hayvandan üstün tutmaktan hiç vicdan azabı duymuyor. Erkekse, bir yandan kadın hakları diye yırtınırken öte yandan özel hayatında karısını, sevgilisini dövmekten ya da en azından üzerinde err-kek hâkimiyeti kurmaktan gram utanmıyor; hatta bunları aynı sağcı bir err-kek gibi en doğal hakkı olarak görebiliyor.

Elaman sözde solcu; fakat…..

Bu cümle ile başlayan sayfalar dolusu paragraf daha üretebilirim.

Ve siz de içinizde okuduğunuz her satırımla büyüyen öfkeyi dilediğinizce köpürtebilirsiniz; fakat bunu yapmanız gerçeği değiştirmez. Her ne kadar refleks olarak sözlerime itiraz etme isteği duyuyorsanız da sizin de bu acı gerçeklikleri birebir yaşadığınızı, en azından gözlemlediğinizi ve anlattığım her şeyin ve çok daha fazlasının ne kadar doğru olduğunun gayet farkında olduğunuzu çok iyi biliyorum.

Oysa, olması gereken bu muydu?

Solculuk bu muydu?

Solcunun olmazsa olmazı olan ‘bütünlüklü yaşama hakkı’ algısı nerede?

Tutarlılık, objektiflik, özgünlük, özgürlük nerede?

Hiçbir yerde!

Ve en komiği de, şah olmadan şahbaz olmuş bu sevgili solcularımızın daha kendileri on yıllardır tısır tısır uyudukları bu gaflet uykusunda horlamakla meşgulken, kendilerine olanca kifayetsiz muhterislikleriyle küçümsedikleri cahil halkı uyandırma misyonunu bahşetmiş olmaları!

Breh breh breh! HAYIR’dır inşallah!

Valahi de, billahi de, tillahi de o niteliksiz dediğimiz insan yığınları bunlardan çok daha anlamlı bir hayat sürdürüyor! Çünkü en azından tutarlılar! Ne oldukları da ne olmadıkları da, ne yapabilecekleri de ne yapamayacakları da, ne bildikleri de ne bilmedikleri de ortada. Ve bu gerçeklikler bağlamında yazımızın asıl derdine dönecek olursak, bu ülkenin solcuları geldiğimiz içler acısı noktanın en büyük sorumluluğunu elinde tutuyor. Çünkü biliyor iddiasında olanların bilmeyenlere öğretebileceği hiçbir bilgisi, o bilgiyi ve ‘bütünlüklü yaşam hakkı algısını’ edinmek için de hiçbir çabası yok! Olmadığı gibi, havalarından da geçilmiyor.

Hiçbir şey bilmemekten daha kötüsü, neyi bilmediğini bilmemektir!

Bu toprakların solcusu neyi bilmediğini bilmediği gibi, bir de üste, her şeyi bildiğini zannediyor!

Yurdum solcusunun genelinin diyalektik süreci akıl almaz derecede deforme eden bu acınası gerçekliği, sonuçları itibariyle yaşama telafisi olanaksız zararlar veren çok büyük bir paradokstur!

Rabia MİNE
Latest posts by Rabia MİNE (see all)