Şu Anti-emperyalizm Nedir? Var mı ki Dünyada Eşi

Rıza Sarraf davası, Trump’ın Kudüs’ün İsrail’in başkenti olmasını onaylaması gibi olayların ardından gazete ve televizyonlara göz atınca insan, Türkiye’de yaygın bir antiemperyalist mücadelenin olduğu zehabına kapılıyor. Bir Amerikan düşmanlığı/antipatisi, bir “gavur” söylemidir ki, antiemperyalist bir dil içerisinde evirilip çeviriliyor.  Gören de antiemperyalizmin zenofobi, din düşmanlığı gibi bir kavram olduğunu sanır. Antiemperyalist mücadelenin sınıfsal ve antikapitalist karakterinden bahsetmek ise neredeyse ayıp.

Siz yine de kavramlarınızın ayarları ile oynamayınız! Hep birlikte emperyalizm ve antiemperyalizm kavramlarını bir kez daha hatırlamakta fayda var.

(Anti-) Emperyalizm ve (Anti-) Kapitalizm

Emperyalizm kavramı, 1900’lü yıllarn ilk başlarından bu yana, özellikle sosyalist yazın içerisinde tartışılagelen kavramlar­dan biridir, Marx ve EngeIs, yazılarında, bütünlüklü bir emper­yalizm teorisi ortaya koymamışlardır. Konuyla ilgileri, sermaye­nin yoğunlaşması ile ilgili tespitlerden ve Hindistan’da İngiliz sömürgeciliği ile ilgili yazılardan öteye geçmemiştir. Kapitaliz­min tekelleşmeye başlaması ve emperyalizm kavramıyla ilk ilgi­lenen yazarların başında Rudolf Hilferding gelmektedir. 1912 yılında yayınlanan , Finance Capital- A Study in the Latest Phase of Capitalist Development ” kitabı, Kausky gibi yazarlar tarafından Marx’ın Kapitalinin devamı şeklinde tanımlanarak övülecek olan HilferdingLenin‘in emperyalizm konusunda­ki fikirlerini de derinden etkileyecektir. Sweezy ve Saran (1970:6) kapitalist tekelleşmeye büyük önem veriyor olmasına rağmen Hilferding‘in, tekelleşmeyi kapitalist ekonominin ni­teliksel bir öğesi olarak değerlendirmediğini belirtirler. 20. yy başlarında amperyalizm kavramı ile ilgilenen bir diğer yazar ise 1913 yılında yayımlanan sermayenin temerküzü (The Aceu­mulation of Capitalisimli çalışmasıyla Rosa Luxemburg‘dur. Luxemburg bu çalışmasında, kapitalizmin varlığını devam etti­rebilmesi için uluslararası ticaretin ve kapitalist ülkelerin varlığı­nı garanti altına alacak henüz kapitalistleşememiş ülkelerin var­lığına ihtiyaç duyulduğunun altını çizer: Luxemburg‘a (1951:417) göre, çevresine yayılmadan kapitalizmin varlığını devam ettir­mesi mümkün değildir,

Emperyalizm konusundaki en popüler çalışma, hiç tartışma­sız Lenin‘in kaleme aldığı Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması başlıklı çalışmadır. Lenin‘in (2003:17) sanayinin ge­lişmesi ve üretimin gittikçe daha büyük şirketlerin elinde top­lanmasının dönemin (ve hiç kuşkusuz bugünün) kapitalizmin belirleyici özelliği olduğu tespitiyle başlayan çalışma, kapita­lizmdeki olağanüstü tekelleşme olgusunu istatistikler yardımıyla ortaya koymaya çalışır ve bu tekelleşmenin 1900’ü yılların or­talarından itibaren geçirdiği evreleri sıralar. Lenin (2003:25)’e göre, tekelleşmenin son evresi 1900-1903 yılları arasındaki ev­redir ve artık karteller baştanbaşa ekonomik yapının temelleri haline gelmiş; kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür. Tekelleşme ile birlikte ilk önce iç pazarı paylaşan karteller, ardından, emperyal ilişkiler yoluyla dış pazarı da paylaşmaya başlamışlar, “Sermaye ihracı arttıkça büyük tekel gruplarının yabancı ülkeler ve sömürgelerle ilişkileri ve nüfuz bölgeleri her bakımdan genişledikçe, pek doğal olarak, işler bu gruplar arasında genel bir anlaşmaya ve uluslararası kartellerin kurul”masınayol açmışlardır. Artık kapitalizmi belirleyen temel özellik, büyük girişimcilerle kurulmuş tekel birliklerinin egemenliğidir (Lenin, 2003:85).

Lenin (2003:89) emperyalizmi “…genel anlamda kapitalizmin bazı özelliklerinin gelişimi ve doğrudan doğruya devamı” olarak tanımlar. Bir başka ifade ile, emperyalizmin kapitalizmin doğasına içkin olduğunu reddetmez; fakat, kapitalist üretimin temel niteliğinin serbest rekabet olduğu şeklindeki Marksist şemayı da yadsımaz. Lenin bu noktada bir nüansın altını çizmeye gerek duyar: Serbest rekabet, kapitalist meta üretiminin temel niteliği, esas özüdür; fakat kendi içerisinden, yapısından doğurduğu tekelleşme, kapitalizmin esas özünün (serbest rekabetin) yerini almaz, aksine, “…onun üzerinde ve yanında var [olur ve]… böylece de iyice keskin şiddetli çatışmalara” (Lenin, 2003:89-90) sebep olur.

Lenin, emperyalizmin olanaklı en kısa tanımını yapmak gerekirse onu kapitalizmin tekelci aşaması olarak tanımlamanın doğru olacağı kanaatindedir. Ancak, yine de, Lenin‘in emperyalizm için bir başlangıç noktası tespit etmeye çalışması ve onu kapitalizmin bir türü ve aşaması olarak ele alması yaygın eleştiriye neden olmuştur. Magdoff (1975:141), Lenin’e yönelik bu eleştirilerin emperyalizmin eski ve yeni emperyalizm tartışmaları içerisinde birbirinden ayrılarak çözümlenmeye çalışıldığını belirtir.

Magdoff ise Lenin’in emperyalizm kavramı ile ilgili olarak şöyle der.: “Lerıin’in empeıyalmn kuramının temel noktası, emperyalizmin …IX Emperyalizminin sonuna doğru ortaya çıkan ve kapitalizmin  gelişmesinde özel bir aşama olarak sınıflandırmasıdır. Emperyalizme böyle belirli tarihsel başlangıçlar bulma çabası tartışma konusu olmuştur. Buna en büyük itiraz, emperyalizmin nitelikleri olarak kabul edilen özelliklerin birçoğunun daha önce ve kapitalizmin tarihi boyunca var olduğudur. Bu özellikler şunlardır: Bir dünya pazarı geliştirmenin acil sorun olmayı, yabancı hammadde kaynaklarının kontrolü için mücadele sömürgeler içi rekabet ve sermayenin yoğunlaşma eğilimi.” Emperyalizmin kapitalizmin doğasına içkin olduğuna dair görüşler, sanayi sermayesine dayanan eski emperyalizmin ile mali sermaye üzerinde yükselen 20. yy. emperyalizmi arasında bir ayrıma giderler. Lenin, kapitalist sermayenin, 19. yüzyılın sonunda sömürge topraklarının paylaşımının sınırlarına ulaşmış olduğunu, kapitalist dünyanın artık kendini sürdüremez noktaya sürüklendiğini vurgular. Ona göre, artık, daha çok sömürgeye ihtiyaç duyan sanayileşmiş kapitalist ekonomiler can çekişmekte ve emperyalist bir çatışmanın içine sürüklenmektedirler. Kapitalizm, 19, yüzyılın sonunda yaşadığı sermaye birikimi tıkanıklığını, her iki dünya savaşı ve sonrasındaki sosyal devletin genişlemeci politikaları ile aşar. Ancak, söz konusu dönemeçte, artık eski sömürgeler biter birer bağımsızlıklarını kazanırlar ve emperyalist metropollere sömürgelerden aktarılan payın aynı koşullarla sürdürülmesi imkânsızlaşır (Başkaya 2010:1(16). “Yeni“-emperyalizm olgusu işte bu dönemde, eski sömürgelerden elde edilen artıkların gelişmiş kapitalist ülkelere transferine olanak sağlayan yeni dönüşümlerin gerçekleştirilmesi sürecinde ortaya çıkar. Yeni-emperyalizmin ayın edici özelliği, 19. yüzyıldaki gibi üretici/sanayi sermayesine değil, finans sermayesinin hükümdarlığına dayalı olmasıdır (Borarav, 2000:17). Emperyalizmin bölüşüme ilişkin sonuçlarını emperyalizm (1900-1950), görece redred (1950-1 975) ve reddin reddi (1975 sonrası) olarak tarif eder.

  1. yüzyıl başlarında emperyalizm konusunda ortaya konan diğer düşünceleri de ayrıntıları ile ele almak, emperyalizmi sanayi kapitalizmini bir ürünü olarak tanımlayan Kausky‘den emperyalizmin kökenini metaların satılması, hammaddelerin sağlanması için pazarlar ve sermaye yatırımlarında arayan Bukharin gibi yazarlardan bahsetmek de mümkün. Fakat Gülalp‘in de (1979:27) vurguladığı gibi, bu dönemde yapılan çalışmaların ortak yönünü, bir yandan emperyalizmin kapitalizmi dünyaya yayacağına ve böylece dünyayı sanayileştireceğine ilişkin genel bir görüş, diğer yandan ise bir azgelişmişlik teorisinin öğeleri, yani yağmalama süreci, bir dünya işbölümünün yaratılması ve tekellerin önemi oluşturmaktadır.

Baran ve Sweezy (1970:7) de tekellerin -ki yazarlar tekel değiminin sadece monopol piyasalar içini değil, çok az girişimcinin yer aldığı oligopol piyasalar için de kullanılabileceğini belirtmektedirler- artık kapitalizmin asli öğesi olduklarının ve tekelci kapitalizmin doğasını ortaya koymadan 20. yüzyıl kapitalizmin analiz edilmesinin mümkün olamayacağının altını çizerler. Ayrıca, her ne kadar tutarlı bir emperyalizm teorisi geliştirmemiş olsalar da, Marx ve Engels’in de bu konuya dikkat çektiklerini ve sömürgelerden yapılan yağmaların kapitalizmin olgunlaşmasındaki rolünü vurguladıklarını belirterek, tekelleşmenin ve emperyalizmin kapitalizmin yapısına içkin olduğunu vurgulayan Wallerstein de kapitalist dünya ekonomisi içerisindeki hegemonik ilişkilerin kapitalizmin doğasıyla alâkalı olduğunu belirtir. Wallerstein‘e (1984:29) göre, kapitalist dünya ekonomisi, 16, yy Avrupa’sında ortaya çıkmıştır ve onu yaratan şey, kapitalizmin sermaye temerküzü arayışıdır. Devlet, kapitalist dünya ekonomisinin ortaya çıkmasını içerdiği temel kurumlardan bir tanesidir ve onun kapitalist dünya ekonomisi içerisindeki varlığı, diğer devletlerle ilişkileri içerisinde tanımlı hale gelir. Wallerstein, ayrıca, bir antiemperyalist mücadelenin sınıfsal bir karakter taşımak zorunda olduğunun da altını çizer Wallerstein (2006: 52-53) konuyla ilgili olarak şöyle der:

…bildiğimiz, gibi, sermaye birikimi süreci sermayenin bazı coğrafi bölgelerde yoğunlaşmasına yol açtığı, bu durumun açıklayıcısı olan eşitsiz değişim devletlerarasında hiyerarşi içeren bir sistemin varlığı sayesinde olanaklılaştığı ve devlet mekanizmalarının sistemin işleyişini değiştirme gücü sınırlı olduğu içici, dünya düzeyinde sermaye biriktiricilerle dünya düzeyinde işçiler arasındaki mücadele, anlatımın’ güçlü ülkelerdeki sermaye biriktiricilere karşı devlet iktidarı kullanmak amacıyla verdi (zayıf) ülkelerde çeşitli gruplar tarafından iktidara gelmek için harcanan çabalarda da bulmuştur. Bu durum ne zaman ortaya çıktıysa, antiemperyalist mücadelelerden söz etme eğiliminde olduk. Kuşkusuz sorun burada da, söz konusu her iki devlete içsel olan çizgilerle, bir bütün olarak dünya ekonomisindeki sınıf mücadelesinin altında yatan itilimin her zaman tam olarak çakışmaması olgusu yüzünden sık sık karanlıkta kalmıştır, Zayıf ülkelerdeki bazı sermaye biriktiricilerle güçlü ülkedeki bazı işçi öğeler, siyasal konulan sınıfsal-ulusal çerçevede değil de sırf ulusal çerçevede tanımlamakta kısa vadeli yararlar görmüştür. Ama “antiemperyalist” hareketlerde mücadelenin sınıfsaI içeriği yoksa ve hiç değilse örtük bir ideolojik izlek olarak da kullanılmıyorsa büyük seferberlikler yaratan yükselişler hiçbir zaman olağandışı olmamış ve bu nedenle, sınırlı hedeflere bile seyrek ulaşılmıştır; Bununla birlikte, açık seçik ve temel bir nokta olduğu için yalnızca sınıf mücadelesine dikkat edersek, tarihsel kapitalizmde en az sınıf mü-caddesi kadar zaman ve enerji yutan bir başka siyasal mücadeleyi gözden kaçırmış oluruz. Çünkü kapitalist sistem, tüm sermaye biriktiricileri birbirine karşı kışkırtan bir sistemdir. Sınırsız sermaye birikimi için izlenen yol başkalarının rakip çabalarına karşı yürütülen iktisadi etkinlilerden kir elde etme yolu olduğundan, tek tek her girişimci diğer tüm girişimciler için ancak kararsız bir müttefik olabilmiş, değilse rekabet sahnesinden tümüyle saf dışı edilmekle karşı karşıya kalmıştır. Girişimci girişimciye karşı, iktisadi sektör iktisadi sektöre karşı, bir devletteki girişimciler ya da etkin gruplar diğerindekilere karşı: Mücadele, tanımı gereği dur durak bilmedi. Bu aralıksız mücadele, tam da sermaye birikiminde en önemli rolü devletler oynadığı için, sürekli olarak siyasal bir biçim aldı.

Wallerstein‘in emperyalizm ve antiemperyalizm ile ilgili olarak yukarıda alıntılanan düşünceleri oldukça kayda değerdir. Özellikle emperyalizmin (sermaye biriktiricilerinin ve tabii onların yerli uzantılarının) kendi içlerindeki mücadeleler ve antiemperyalist bir mücadelenin sınıfsal bir nitelik taşıdığına ilişkin görüşleri, Türkiye tarihi açısından da hayli önemlidir. Antiemperyalist mücadele, ülke içerisindeki antikapitalist (sınıfsal) mücadelenin bir boyutudur. Sonuçta, emperyalizme karşı tavır da ülke içinde kapitalist üretim ilişkilerine yönelik sınıfsal pozisyonlardan ayrı düşünülemez. Bu bağlamda, Başkaya‘nın (2010:9) “Kapitalizm emperyalizmdir.” sözünü de bu çerçeveden ele almak gerekmektedir. Nitekim, Bilere ve Norron‘un da (2003:472-473) vurguladıkları gibi, kapitalizmin belirli bir evresinde, üretim ilişkilerinin hakim biçiminin içselleşmesi sürecinde, belirli (metropol) sermaye gruplarının çıkarları dışsallaşmakta ve bu dışsallaşan çıkarlar belirli toplumsal formasyonlara içselleştirilirken, bu sermaye fraksiyonunu çıkarları ile yerel aktörlerin çıkarları arasında bir iç içe geçme, zincirlenme ilişkisi yaşanmaktadır. Wallerstein de antiemperyalist mücadelenin sınıfsal bir nitelik taşımakta olduğunu vurgulamakta, kendi kelimeleriyle, “[antiemperyalist mücadelenin]… sınıfsal içeriği yoksa ve hiç değilse örtük bir ideolojik izlek olarak da kullanılmıyorsa büyük seferberlikler yaratan yükselişler“in başarıya ulaşma şansı olmadığını ifade etmektedir.

Toparlamak gerekirse, emperyalizmi, kapitalist ilişkiler bağlamında nasıl ele almak, tanımlamak nereye yerleştirmek gerekmektedir? Kapitalizm, doğasında mülkiyet ilişkilerinin yattığı bir toplumsal sistemdir. Bu mülkiyet ilişkileri, ister bireysel düzeyde ele alınsın, ister ulusal düzeyde, kendi içerisinde eşitsiz mülkiyet ilişkileri doğurur (Ercan, 2002:29). Emperyalizmi, bir eşitsiz ilişki; topluluklar, özellikle uluslararasındaki bir hakimiyet ilişkisi olarak ele almak doğru olacaktır, Nitekim, Galtung (2004a: 26)’dan da yararlanarak belirtmek gerekirse emperyalizm, “… ulusları aşan ve merkez ulustaki merkezin, çevre ulustaki merkezle her ikisinin de ortak çıkan için kurduğu köprü-başına dayanan karmaşık bir hâkimiyet ilişkisi çeşidi” olarak tanımlanabilir. Bu hâkimiyet ilişkisinde, yine Galtung‘un (2004b: 38) belirttiği üzere, merkez, çevredeki merkezle bir köprübaşı kurmayı hedefler; böylece merkez ile çevredeki merkez arasında sınıfsal bir çıkar uyumu sağlanmış olur.

Emperyalizmi, bir ulusun başka bir ulus üzerindeki herhangi bir hâkimiyet türü, perifery ülkenin kaynaklarının merkeze transferi, çevre ülkenin işgal edilmesine indirgeyerek tanımlamak da doğru değildir. Nitekim emperyalizm, iki farklı ülke arasındaki eşitsiz ilişkilerin tek biçimi değildir. Emperyalizmi, farklı birçok biçimde kendini gösterebilecek bu eşitsiz ilişkilerin, bu hâkimiyet ilişkilerinin bir alt türü, kapitalist üretim ilişkilerinin doğasına içkin, kapitalizmin onsuz yaşayamayacağı bir türü olarak ele almak doğru olacaktır. Bu, bir yandan, neden emperyalizmin kapitalist ilişkilerden ayrılamayacağını, ayrılmaması gerektiğini nitelerken, diğer yandan da neden antiemperyalist bir mücadelenin de kapitalist üretim ilişkilerinin doğasına içkin hâkimiyet ilişkilerine, eşitsiz ilişkilerine yönelik bir sınıfsal hareket olması gerektiğinin altını çizer.

Emperyalizm, kapitalist ilişkilerin doğasında yer alır. Emperyalizmi ortaya çıkaran, (ister ticari, ister sanayi, ister mali sermayenin homoeconomicus’un davranışından, onun kâr maksimizasyonu güdüsünden ayrı düşünülemez (Başkaya, 2010:10-11). Bu güdüdür ki, kapitalist genişlemeyi zorunlu kılmakta, Marx’ın (1997:36) belirttiği gibi, “Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına [kovalamakta] her yerde barınmak, her yerde yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorunda” bırakmaktadır. Çünkü, Harvey‘in de (2004;26) vurguladığı gibi:

…rekabet ve tekel, yoğunlaşma ve ayrışma, merkezileşme ve adem-i merkezileşme, sabitlik ve devinim, dinamizm ve atalet arasındaki gerilimlerin tümü, zaman ve mekan içindeki sonsuz sermaye birikim süreçlerinden kaynaklanmaktadır. Bu gerilimleri kapitalist genişlemeci mantık yaratmaktadır. Bunların sonucunda kapitalizm sürekli olarak kendi faaliyetlerini kolaylaştıracak coğrafi mekânlar arar, zamanın bir noktasında bu mekân tamamen yok etmek zorunda kalır ve yine zamanın bir başka kesitinde sermaye birikimi açlığını doyuracak farklı, başka bir coğrafi mekân yaratır. İşte bu, sermaye birikiminin yaratıcı yıkım etkinliğinin tarihidir.

Özetle, toparlamak gerekirse, emperyalizm ve antiemperyalizm üzerine yapılacak kısa bir okuma bile bize onun;

1-Bir ülkenin başka bir ülke ile kurduğu eşitsiz ilişkilerin her türünü tanımlamak için kullanılabilecek bir kavram olmayıp, aksine, kapitalist ilişkilerden ayrı düşünülemeyeceğini; kapitalist ilişkiler dolayımı ile kurulan bir hâkimiyet ilişkisi olduğunu,

2-Antiemperyalizmin, bir ulusun, ülkenin, emperyalist ülkeye karşı gerçekleştireceği topyekûn bir mücadele olarak adlandırılamayacağını göstermektedir. Çünkü, Galtung‘tan yararlanarak belirtmek gerekirse, çevredeki-merkez ve çevredeki-çevrenin emperyalizme karşı gösterdiği refleks ayrıl değildir. Bir başka iadeyle, çevre ülkenin kendi içerisindeki sınıfsal farklılıklar, emperyalist ülke ile kurulan ilişkinin ya da ona karşı verilen mücadelenin de belirleyicisi olmaktadır, Mandel (2008:396), Galtung’un altını çizdiği bu durumu, tekelleşmenin, bir yandan metropollerdeki burjuvalar arasındaki, diğer yandan da metropollerdeki sömürge, yarı-sömürge halklar arasındaki çelişkileri keskinleştirmesi şeklinde özetler. O takdirde, emperyalizm ve antiemperyalizm üzerine yapılan okumalardan şu temel dersi çıkarmak mümkündür: Antiemperyalist mücadele, antikapitalist ve sınıfsal bir mücadeledir.