Şimdilerde şiire daha çok muhtacız girizgahı*

“Şelaleye
Düşmüştür
Zeytinin dalı;
Celaliyim
Celalisin
Celali…”[1]

Kuşkusuz; karanlık, kapkaranlık bir zaman kesitinden geçiyoruz…

Haramilerin saltanatıyla çevrilmiş dört yanımız kan deryası, dipsiz kuyulardayız sanki, hatta cehennemin orta yerinde.

Bu daha ne kadar böyle gidecek? Bunu kestirmek mümkün görünmüyor. Ancak tarihten öğrendiğimiz bunun bir nihayeti olacağı; bu hikâyenin tatlıya bağlanacağıdır…

Nefes alıyorsak umut vardır; umudu yitirmek için de hiç bir neden yoktur.

Mesele umuda sarılarak dik durmakta. Yeter ki dik duralım/ durabilelim.

Yüzümüzü güneşe dönmekten vazgeçmeyelim.

Böyle bir hâlde Rosa Luxemburg, I. Dünya Paylaşım Savaşı’nın o karanlık günlerinden 28 Aralık 1916’da, kapatıldığı soğuk hücrede Mathilde Wurm’a şunları yazmıştı: “İnsan kalmaya çalış. Her şeyden önce insan kalabilmektir asıl mesele. Ve bu: sağlam ve açık ve neşeli olmak demektir, evet, her şeye rağmen neşeli olmaktır, ağlamak zayıfların işidir. İnsan olmak, gerektiğinde tüm yaşamını neşeyle kaderin büyük tartısına atmak, ama aynı anda her aydınlık güne ve her güzel buluta sevinmek demektir. Heyhat, ‘insan nasıl olunur’a dair reçete yazmayı bilmiyorum, sadece insan olduğumu biliyorum.”

Rosa Luxemburg’un işaret ettiği gibi, soru(n) insan kalabilmektir.

Evet umut insanda, insan kalabilmekte. Umut olmasa, insan var olabilir mi hiç?

Hatırlayın ne demişti Nâzım Hikmet: “Umuda kurşun sıksa da zulüm, unutma/ Umuda kurşun işlemez gülüm…”

İşte budur elimizden alamayacakları: Umutta ısrardır, umut için mücadeleden vazgeçmemektir.

10 Temmuz 1934’de Oranienburg toplama kampında Alman faşizmince katledilen şair Erich Mühsam da ‘Mensch Sein/ İnsan Olmak’ başlıklı şiirinde aynı şeylere dikkat çekmemiş miydi?

“İnsan olmak, musibete sabretmek anlamına gelmez/ İnsan olmak izin verir, emreder, kötüden nefret etmeye.”[2]

Umutta ısrar, umut için mücadeleden vazgeçmemek, insan olmak ve kalmakla daha çok özdeşleşirken; bir kez daha sigaya çekiliyor insan(lık) ulu bir şafağın eşiğindeki karanlıkların ortasında…

Bu “yeni bir hâl” değildir Walter Benjamin’in de işaret ettiği gibi: “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız olağanüstü hâl, istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hâli yaratmak bize düşen görevdir. Böylece, faşizme karşı mücadelede daha iyi bir konuma ulaşacağız. Faşizm, talihini biraz da, hasımlarının ilerleme adına onu tarihsel bir norm gibi görmelerine borçludur. Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın ‘hâlâ’ nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefi bir bakış değildir.”[3]

Kötülükler, savaşlar, yıkım, hastalıklar, felaketler… İnsan(lık) var olduğundan beri yerküreden hiç eksik olmadılar. Ama her seferinde bunları atlatmayı, kötülükleri yerle yeksan etmeyi başardık.

Tüm bunlar aklıma, 2016 yılı Nobel Edebiyat Ödülü verilen müzisyen Bob Dylan’ın ‘Blowing in the Wind/ Cevabı Esen Rüzgârda’ şarkısını getiriyor. Şarkıyı Can Yücel çevirip, ‘Her Boydan/ Dünya Şiirlerinden Seçmeler’ derlemesinde paylaşmıştı:

“Daha kaç köyden sürülsün insan, adam oluncaya dek? Daha kaç deniz dolaşsın martı, bulsam diye bir tünek? Daha kaç gülle atılsın, savaş tamamen kalkıncaya dek? Cevabı dostum, rüzgârda bunun. Cevabı esen rüzgârda…

Daha kaç yıl kök salsın ağaç, bahar açıncaya dek? Daha kaç yıl kök söksün bu halk, yerini bulsun diye hak? Daha kaç aydın ışığı görüp, görmezlikten gelecek? Cevabı dostum, rüzgârda bunun. Cevabı esen rüzgârda…

Daha kaç can canından geçecek, cana yetinceye dek? Daha kaç el boş açılsın göğe, göğermedikçe yürek? Daha kaç tel kopsun sazlardan, bu ses duyuluncaya dek? Cevabı dostum, rüzgârda bunun. Cevabı esen rüzgârda…”[4]

*

Yeniden karanlıkları dağıtacak rüzgârlara muhtacız; onu bekliyoruz…

Evet, ‘2016 Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’nin verildiği törende Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Kendi tarihi ve milletiyle barışık münevverlere ihtiyacımız var.”[5] “Saplantılı aydınlara değil, hür düşünceli münevverlere ihtiyacımız var,”[6] derken; Orhan Gencebay’ın da, ‘Sanat siyaset yapmaz. Sevgi, iyilik, doğruluk, estetik, adalet gibi kavramları anlatır. Ben hiçbir zaman siyasi figür olmadım. Devlet ve devleti yönetene saygı duyarım. Devlet büyükleriyle aram iyiydi,”[7] itirafını eklediği “İtaat ve Biat” ortamının köleleştirici tablosunda yeniden karanlıkları dağıtacak rüzgârlara muhtacız…

“Sanatçı muhaliftir ve öyle kalmalıdır,”[8] kararlılığıyla o rüzgârlar gelecek!

Artık sanatçıların da zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur ve Sevinç Erbulak’ın söylediği “Sanat korkakların işi değildir!”

Evet, evet “post-gerçeklik çağı” denilen; “post-truth/ hakikât-sonrası” diye betimlenen; doğruların, hakikâtlerin, olguların öneminin yitirtildiği bu kesitte; “post-gerçek, yalanlar üzerine inşa edilip, “tatlandırılmış”/ “hormonlanmış” olarak kullanılsa da, bu olumsuzluklar da aşılacak!

Bunda “İtaat ve Biat” ortamının köleleştirici tablosunu parçalayan itirazın, aydının, mücadelenin, politikanın, felsefenin, ille de sanatın müthiş bir rolü olacak…

*

Hayır! Bir şeyi abarttığım falan yok…

Rollo May’ın ifadesiyle, “Sanatçı ya da şairin görüşü, özneyle (kişi) nesnel kutup (olmayı -bekleyen- dünya) arasındaki belirleyici ara nokta”yken;[9] Vladimir Mayakovski, “Sanat dünyayı yansıtan bir ayna değildir, dünyayı biçimlendireceğiniz bir çekiçtir”; George Santayana, “Sanat da, hayat gibi, özgür olmalıdır”; Friedrich Schiller, “Sanat, özgürlük tarafından emzirildikçe büyür,” diye eklerler…

“Indignatio facit poetam/ Haklı olarak duyulan infial, şair yapar” gerçeğinin altını çizerek, Güven Turan’ın kaleme aldığı 2016 yılı ‘Şiir Bildirisi’nden aktarayım:

“Bütün dünyayı saran kan, ölüm, sefalet kasırgası içinde, belki bütün bunların temel nedeni olan sevgisizlik, bol söz tüketip hiçbir iletişim kuramama karşısında sığınılacak, hayır, güç alınılacak, kuşanılıp karşı durulacak ne var? Bu soruya ‘Şiir’ diye karşılık veriyorum.”[10]

Kanımca şiirin günümüzde sadece işlevi değil, görevleri olduğuna inananlardan; hatta işleviyle görevinin bir madalyonun iki yüzü gibi olduğunu düşünen birisi olarak Octavio Paz’ın, “gördüğüm ve söylediğim/ söylediğim ve sustuğum/ sustuğum ve düşlediğim/ düşlediğim ve unuttuğum/ arasındadır: şiir,” tanımı ile Aziz Nesin’in benzer dizelerine müthiş önem veririm:

“yok başka hiçbir umarın/ en granit kayanın en ortasında/ balta girmemiş karanlıklarında kıpırtısız/ ya ölmektir kurtuluşun/ ya da şiire tutunmak

o en gergin tele şöyle bir dokun/ son tınıyla tel kopsun/ ayak sesleri duyulsun ölümün/ her yanın her yönün çıkmaz/ nereye baksan yok/ hiç bile her şey sayılır o bulunduğun yerde/ kurtarırsa kurtarır ancak/ yine şiire tutunmak.”

Kolay mı?

Lorand Gaspar’ca, “Şiir, insanın ya da dünyanın bir sorusuna yanıt değildir. Onun yaptığı sadece sorgulamayı ağırlaştırmak, dibini eşelemektir.”

Ya da İlhan Berk’ce, “Bir sokağın misafirliğe çıkıp gelmesi gibi bir şeydir şiir.”

Veya Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, “Şiir bizi, varacağı yere ne kadar kısa yoldan götürürse o kadar nesirden uzaklaşmış, kendi imkânlarına kavuşmuş demektir”; Carl Sandburg’un, “Şiir, gökkuşaklarının nasıl oluştuğunu ve niçin yok olduğunu açıklayan imgesel bir belgedir,” notunu düştüğüdür…

*

Bunlardan neden mi söz ediyorum?

Gayet basit: İçinden geçtiğimiz, karanlık, kapkaranlık bir zamanda; “post-gerçeklik çağı” denilen; “post-truth/ hakikât-sonrası” diye betimlenen; doğruların, hakikâtlerin, olguların öneminin yitirtildiği kesitte; yeniden karanlıkları dağıtacak rüzgârları beklerken Ahmet Telli’nin, “Şiirin beslendiği kaynak hayattır… Özgürlük ve vicdandır şiirin kadrajı,”[11] saptamasına büyük bir değer verdiğim için…

Ya da İsveç’teki Göteborg Kitap Fuarı’nın konuğu olan sürgündeki 86 yaşındaki Suriyeli şair, denemeci ve ressam Adonis’in, “Ölüm oldukça, mevcut kaldıkça şiir olacak. Şiir asla susturulmayacak,”[12] sözlerini dilimden düşürmediğimden…

Kolay mı? John Berger şiirin gücünü şu sözlerle açıklar: “Şiir her şey arasında yakınlık kurarak dilin yaşantıya ilgi duymasını sağlar. Bu yakınlık şiirin çabasının bir sonucu, şiirin yöneldiği her eylem, ad, olay ve bakış açısını bunlar arasında kurduğu yakınlıkla bir araya getirmesinin bir sonucudur. Çoğu zaman dünyanın acımasızlığına ve umursamazlığına karşı çıkarılabilecek şiirin yaşantıya duyduğu bu ilgiden daha dayanıklı bir şey yoktur.”[13]

Dünyanın en dayanıklı şeyidir şiir.

“Şiir düşünce ve yaşama biçimim” vurgusuyla ekler Haydar Ergülen: “Şifa gibi gelir şiir insana. Simya gibi, ecza gibi bir şey yaptığını düşünür insan bazen şiir yazarken. Kendini eski çağlardaki bir resmin içinde bulur, bazı otlardan, bitkilerden, hayvan sütünden, vb. oluşan bir terkip hazırlıyormuş gibi hisseder. Muhtemelen nefes açıcı bir ilaç hazırlıyordur…”[14]

*

“Şiir nedir?” sorusuna “Şiir sevdadır; yürektir; öfkedir; namluya sürülmüş mermidir; daima gençtir; yüreğinde yaşadığın acılardır, acıların dışa vurdurur… Kısacası yaşamdır,” yanıtını verip; “Ana dili yasaklı bir şair olarak farklı dillerden insanlara çığlığımı duyurmak istiyorum,” notunu düşen Kalender Şahin’in, “Kardeş Yokluğuna Alışamadım”ındaki dizeleri de “nefes açıcı bir ilaç” gibidir…

Yapıtının “Önsöz”ün de, “Kitabı hazırlamaya çalıştığım süreç çok önemli bir süreçti, Ortadoğu kan gölüne dönmüş”tü; “Halkların kardeşliği bölgenin barışı ancak bu devlet ve onun çetelerine karşı mücadele etmekle mümkün olacaktı,” derken; şiirin hem tarihsel hem de güncelle ilişkisi söz konusu olduğunda, politikayla arasındaki bağın önem kazandığı ve politik sözün, dilin şiirselleşmesi, politik söylemin üstünde şiirsel dilin etkisini artırdığını unutmayanlardandır…

“Kan ağlıyor Ortadoğu”sunda yaşadığı coğrafyayı betimleyen Kalender Şahin, “Asiyim ben isyankârım” feryadını yükseltir “Gelin de Susturun Beni” de…

Çünkü O, “Hakikât Yolunda Özümüz Vardır”ın da, “Hak yiyip haramı tadan değiliz/ İnsana saygılı özümüz vardır/ Gerçeği yok sayıp yalan değiliz/ Hakikâtı gören gözümüz vardır/ Vicdanı pak bizim özümüz vardır,” tanımlamasının insanıdır.

Kalender Şahin bir tarihsel birikimin takipçisi, kalıtçısıdır. Bunu da “Direnerek Düşen Benim”deki dizelerinde “Kerbela’da Hüseyin’im/ Baş eğmeyen Bedrettin’im/ Yüzülse de bu bedenim/ Direnerek düşen benim/ Baş eğmeden düşen benim” vurgusuyla şöyle dillendirir:

“Kızıldere’de Mahir’im/ Zindanlarda Kemal Pir’im/ Deniz Yusuf Hüseyin’im// Dersimde Seyit Rıza’yım// Ser verip sır vermez yiğit/ Önder İbrahim’den öğüt/ Zindanlarda olduk şehit/ Direnerek düşen benim/ Baş eğmeden düşen benim// Kürdistan’da doktor Sayit/ Görülmedi böyle yiğit// Ali İsmail, Berkin’im/ Sarısülük Ethem benim/ Bu günüm, yarınım, dünüm/ Direnerek düşen benim/ Baş eğmeden düşen benim// Direnerek düşen benim/ İnsanca savaşan benim.”

“Birîndârim /Yaralıyım” diyen; “Cizre’de Katledilen İnsanlığımızdır”ında altını çizdiği gerçek ile “Cizîr, qet heq Cizîr cem we tune bu/ Cizre’nin sizde hiç mi hakkı yoktu” sorusunu anımsatan “Ben Kürdistanım”da, “Amed’te vuruldum Cizre’de yandım/ Bin yıldır yanarım ben Kürdistan’ım/ Bunca zülüm gördüm ölümler gördüm/ Ölümle dirildi hey Kürdistan’ım” dizelerini tamamlayan “Amed Meydanında Tahir Vuruldu”su ile “Ağlarımda Şengal Sana Ağlarım/ Elegie um Shingal”ıdır sanki…

Yaşanan acılardan anaların payına düş(ürül)eni de “es” geçmeyen Kalender Şahin, “Anneler Ağlıyor Duymadınız mı?” ile “Evlatları Yitirilmiş, Katledilmiş Yüreği Yaralı Annelere” seslenir…

“Kendisi”ni, “Sevinçlerim Yarım Kaldı”daki dizeleriyle, “Gülmedim devri âlemde/ Sevdalarım yarım kaldı/ Çok çektim sivri dilimde/ Hecelerim yarım kaldı” diye betimleyen şair, “Ayrılık Ölümden Zor Değil midir?” diyen bir sürgündür.

“Siz Hiç Sürgünde Yaşadınız mı?” başlıklı şiirinde, “Vatan sevgisi, toprak sevgisi, dağ ve ova sevgisi çektiniz mi?// Yaklaşık 25 yıldır İsviçre’de sürgünde yaşamaktayım” notu ile “Duyan Olmadı”sında “Haykırdım sesimi dağ ile taşa/ Yüce dağlar sesim duyan olmadı” yalnızlığıyla kavrulsa da “Derdimin Dermanı Dosttur” dizelerini kaleme alabilen bir çoğulluktur.

Kolay mı? “Balık Susuz Olmaz İnsan Vatansız”da şair “Ömür gelip geçti gurbet eldeyim” deyip ekler: “Talan eylediler yurdumuz viran/ Türkiye, Irak’ı bir taraf İran/ Kan akar Suriye’den bu mudur vicdan/ Balık susuz olmaz insan vatansız”!

“Viranedir Benim Yurdum”da, “Taş üstünde taş kalmamış/ Viranedir benim yurdum/ Yuva yapan kuş kalmamış/ Viranedir benim yurdum” hüznüyle; “Nurhak Pazarcık Elbistan”ında, “Dört bir yanı gül gülistan/ Yiğitler yazıyor destan/ Toprağa düştü nice can/ Nurhak, Pazarcık, Elbistan” özlemlerini ifade eder.

“Zalim Yürek Sana Gücüm Yetmedi”deki, “Nice zalimlere restimi çektim/ Deli yürek sana gücüm yetmedi/ Dik durdum kimseye boyun bükmedim/ Zalim yürek sana gücüm yetmedi” veya “Öldüğümde Ağlama Sen”indeki “Açtın yüreğimde yara/ Zor günümde çektin dara,” dizelerinin kulaklara fısıldadığı üzere muhtemelen aşıktır.

Bir de (kayıp) kardeş yarası vardır…

Bu yarasını “Kardeş Yokluğuna Alışamadım”ında; “Yaşam boyu dert kedere alıştım/ Senin yokluğuna alışamadım/ Nice yol yürüdüm dağları aştım/ Kardeş yokluğuna alışamadım/ Aydın yokluğuna alışamadım

Yokluğundur benden yürek yarası/ Kaybettiler Bulgar Yunan arası/ O mazlum bakışın gözün karası/ Aydın yokluğuna alışamadım/ Kardeş yokluğuna alışamadım”…

“Kayıp Kardaşıma Ağıt”ında; “Aydın’ımı götürdüler/ Dağ başında yitirdiler/ Nice canı yok ettiler/ Katilleri biliyoruz, Katilleri tanıyoruz

Balkanlarda kanlı pazar/ Üstüne kayıptır yazar/ Sahipsizdir nice mezar/ Katilleri tanıyoruz, Katilleri biliyoruz,” dizelerinde haykırır…

Ve “Kardeş Yokluğuna Alışamadım”ını özetleyen, “Elbette Devran Dönecek”indeki dizelerinde “Yüreğimi yakan zalim/ Senin de elbet yanacak/ Mazlum cana kıyan hain/ Senin de canın yanacak” umudunu hatırlatır hepimize…

*

İçinden geçtiğimiz, karanlık, kapkaranlık “post-gerçeklik çağı” denilen; “post-truth/ hakikât-sonrası” diye betimlenen kesit Alan Watts’ın, “Tüm hayatın bir illüzyon. Doğduğun andan itibaren yapılandırıldın. Okuduğun okullar sana sessiz olmanı ve itaat etmeni öğretti. Medyan seni insanların çektiği acılara karşın duyarsızlaştırdı ve sistem seni 7 milyardan fazla insanın yaşadığı bu dünyada yalnız olmanın normal olduğunu düşünmeni sağlayacak şekilde ayrıştırdı. Birinin zengin diğerinin ise fakir olduğu bir dünyayı doğal kabul ettin. Bir sonraki köşe başında ya da bir sonraki adımda elde edeceğin ödül için çalıştın. Her şey yarınlar içindi ama yarınlar asla gelmedi. Aslında yaşamadığını çok geç fark ettin. Aslında hep bir şeyler eksikti ve ne kadar çalışırsan çalış, ya da ne kadar borç ödersen öde, onu bir türlü elde edemiyordun,” satırlarındaki yabancılaşmayla katmerlenirken; “Şimdilerde şiire daha çok muhtacız”!

Tam da bu koordinatlarda Marlo Morgan’ın, “Kan ve kemik tüm insanlarda bulunur. Farklı olan. Yürek ve niyettir”…

John Forbes Nash’ın, “Aklın gücünden kuvvetli olan tek şey kalbin cesaretidir”…

Cengiz Aytmatov’un, “İnsan ve onun geleceğine dair kalbimizi sıkıştıran endişeye rağmen, korku ve umutsuzluk doğmamalı. Korku değil cesaretle savaşın karşısına dikilmek zorundayız,” satırlarını hatırlatan şiirleri kuşanın…

Ve unutmayın: Halil Cibran, “Yazılanı silecek olan sadece alın terimizdir,” derken; Kalender Şahin da dizeleriyle bunu yapmaya çalışıyor…


[*] Kalender Şahin, Ben Ağladım-Şairin Dilinde Şiir Kitabı, Kendi Yayını, İsviçre, 2017.
[1] Cemal Süreya.
[2] Aktaran: Murat Çakır, ‘Mesele İnsan Kalabilmek Gülüm…’, Özgürlükçü Demokrasi, 31 Aralık 2016, s.5.
[3] Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, Son Bakışta Aşk, Yayına Hazırlayan: Nurdan Gürbilek, Metis Yay., 1993.
[4] Can Yücel, Her Boydan/ Dünya Şiirlerinden Seçmeler, İş Bankası Kültür Yay., 2015.
[5] “Milletiyle Barışık Aydınlara İhtiyaç Var”, Vatan, 29 Aralık 2016, s.12.
[6] Erdinç Çelikkan, “Ödül ve Eleştiri”, Hürriyet, 29 Aralık 2016, s.7.
[7] “Orhan Gencebay’dan Siyaset Çıkışı”, Hürriyet, 15 Ocak 2017, s.2.
[8] “Heykel Sanatçısı Bihrat Mavitan: Sanatçı Muhaliftir ve Öyle Kalmalıdır”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2016, s.15.
[9] Rollo May, Yaratma Cesareti, Çev: Alper Oysal, Metis Yay., 2016, s.77.
[10] Güven Turan’ın kaleme aldığı 2016 yılı “Şiir Bildirisi”, aktaran: Zeynep Oral, “Şiir Enerjidir”, Cumhuriyet, 20 Mart 2016, s.17.
[11] Didem Gülçin Erdem, “Ahmet Telli’den ‘Bakışın Senin’…”, Cumhuriyet Kitap, No:1397, 24 Kasım 2016, s.4.
[12] “Kurtuluş Şiirde”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2016, s.14.
[13] Cevat Çapan, “John Berger’a Armağan: ‘Gökyüzü Mavi Siyah’…”, Cumhuriyet Kitap, No:1396, 17 Kasım 2016, s.22-23.
[14] Reyyan Bayar, ‘Haydar Ergülen’den ‘Öyle Küçük Şeyler’…’, Cumhuriyet Kitap, No:11401, 22 Aralık 2016, s.12-13.