Ölüler Evi

Arthur Rimbaud “Ben toprağın altına gideceğim, sense güneşte yürüyeceksin.” Der. Toprağın altı ölüm, üstü yaşamdır ve insan öleceğini bilen tek varlıktır. Onun için de her insanın bilinçdışı kendi ölüm kuyusudur. İnsan bu kuyuda debelenir durur. Kendine ve başkalarına anlatamadığı duygularının sebebini bir türlü anlamlandıramaz.

Yazar Cesare Pavese, bir otel odasında bu tür bir duyguya kapıldığında o da buna anlam veremedi ve günlüğüne en son şu cümleyi yazdı. “Artık yazmayacağım.” Dedi ve intihar etti. Pavese, insanın gizlice korktuğu şeylerin bir gün gerçekleşeceğine inanmış ve kendi hayatı ile bunun bedelini ödemiş kehanet kendini gerçekleştirmişti.

Onun için gizlice korktuğunuz duygularınız ve düşünceleriniz varsa onları kehanete çevirmeyin derim. Çünkü o gölgeli alanınız bir gün gelir size, sizin bir hayal kırklığı olduğunuzu ve hiçbir zaman mutlu olamayacağınızı söyleyerek sizi en derin yerinizden hançerleyiverir. Bu durumunuz ise bir kuşak laneti olup sizden sonraki bütün kişilerin hayatlarını esir alır.

Eminim hepimiz zaman zaman Rimbaud ve Pavese gibi düşündük ve içimizde bir yer kanarken hiç kimsenin bizi yaralarımızdan tanımasını istemedik. Çünkü utanıp bir hayal kırıklığı olduğumuz aklımıza gelmiş ve onun için de hayatımıza değenlerin arkasından lanetler okuduk.

Ama yine de birileri ile bir bağ kurma isteği bizi hayata bağlamış ve bize yaşama şevki vermiştir. Çünkü uyumda Tanrıyı, uyumsuzlukta başkaldıran insanı fark etmişizdir ve biz başkaldıran tarafta olduğumuz için yazıyla, müzikle ve resimle insana, insanı gösterme gayreti sarf etmişizdir. Çünkü “kendi varoluşunu problem olarak gören” tek varlık biziz.

Mesela Tolstoy’un muhteşem romanındaki bir tren istasyonunda korkak ve bencil Vronski ile karşılaşan Anna Karenina’yı hatırlayın. Sevginin çağrısına cevap vermek yerine askere gidip katil olmayı seçen adamı ve bu duruma dayanamayıp yüreğini tren raylarına parçalattıran Ana Karenina’yı.

Aslında Tolstoy’da tıpkı kahramanı Karenina gibi bir gece evden kaçtı ve bir tren istasyonuna gidip orada öldü. Tolstoy gibi başka yazarlar da kendi kahramanlarının hayatlarını ve sonlarını kendileri yaşadı yani kehanet kendini hep gerçekleştirdi. Onun için Batı edebiyatı ve yarattığı klasik eserler her çağın aynası oldu. Çünkü kendi ile bağlantıya geçen, kendi ölüler evine yolculuk yapan ve orada çıkamayanların trajik yaşamı muazzam bir kahramanlar çağı yarattı.

Sevgi, kişinin gücünün sınanmasıydı. İbrahim, Tanrısına duyduğu sevgisi yüzünden, İshak’ı yanına alıp Moria dağına gitti ve bıçağı, çektiği için İshak`a kavuştu. Karenina, sevdiği için yüreğini raylara parçalattırdı. Çünkü o, sevgi yerine askerliği seçen bir erkeğe tahammül etmedi.

Bugün ölüler evine giden yoldan ve o ölüler evinden çıkan kahramanlardan söz ettik belik biraz içinizi kararttım ama öncelikle kendi ile bağlantı kurmayan ve kendi gölgeli alanlarından korkup kaçarak kendi bir hayal kırıklığı görmenin yaralarımızı iyileştirmediğini tam tersi daha da derinleştirdiğini anlatmak istedim.

Çünkü hiçbirimiz hayal kırıklığı değiliz. Sadece kendimizle nasıl ilişki kuracağımızı bilmiyoruz. Kendimizle ilişki kurmayı öğrendiğimiz zaman ölüler evimizde yatan yazılmamış öyküleri ortaya çıkarır ve negatif kehanetleri pozitif kehanetlere dönüştürme şansı yakalarız. Bunu yapmadığımızda tüm zamanımızı hayatımız boyunca içimizde doymak bilmeyen hayvanı doyurmaya çalışırız. Her gün birlikte uyuduğumuz, uyandığımız ve birlikte yürüdüğümüz kişiyi de hiç görmeyiz. Biz kendi ölüler evimizde debelenirken, dışarda yaşam devam eder. İşler ters gittiğinde ise yine mi deyip ölüler evine geri döneriz. Belki de üzerinde yaşadığımız toprakların yazgısı böyle bir şeydir. Bütün bunları yakında İda Dağının eteklerin düzenlenecek 2. Edremit Kitap Fuarı ve kitap kahramanları için yazdım… 13-19 Arasında kitapseverleri fuara bekliyoruz.

Sabahattin MEŞE
Latest posts by Sabahattin MEŞE (see all)