Nefret Suçlarına Eleştiriler Bakış*

Nefret suçları, ırkçılık ve benzeri önyargı biçimleri ile mücadele ettiklerini iddia eden STK’ların ve uluslararası insan hakları kuruluşlarının gündeminde son yıllarda en üst sırada yer almaktadır. Bu, uzun dönemli bir stratejinin parçası olmaktan çok, pragmatik bir tercihin sonucudur. Nefret suçları üzerine yoğunlaşmak, eğer eşcinsellere yönelik şiddeti bir kenara koyacak olursak, siyasiler için ciddi bir risk oluşturmamaktadır. Böylece sivil toplum temsilcilerinin, insan hakları uzmanlarının ve devlet görevlilerin kolaylıkla işbirliği yapabilecekleri bir alan açılmış oluyor. Ancak, bunun ırkçılık ve diğer önyargılarla mücadelede doğru bir yöntem olduğu konusunda ciddi kuşkular bulunuyor.

Nefret suçları nedir?

Nefret suçlarının değişik tanımları mevcut olmakla birlikte, en yaygın olarak kabul edileni Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın İnsan Hakları Dairesi (ODIHR) tarafından geliştirilmiştir. Buna göre, nefret suçları, önyargılı bir saikle –daha az hukuki olsun diye motivasyonla da diyebiliriz- işlenen suçlar olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla, nefret suçundan bahsedebilmek için öncelikle bir suçun bulunması ve failin bu suçu ön yargılı bir motivasyonla işlemesi gerekiyor. Burada önyargılı motivasyondan kastedilen, failin hedef aldığı kişi veya nesneyi, onların ırksal, dini, etnik, dilsel, kültürel veya cinsel özelliklerini dikkate alarak belirlemesidir. Bir sinagoga yollanan tehdit mektubu, başörtülü bir kadının örtüsünün zorla çekilmesi, Alevi birine ülkücüler tarafından fiziki saldırı yapılması veya Neo-Nazilerin göçmenleri öldürmesi gibi olaylar nefret suçlarına örnek gösterilebilinir.

ODIHR’e göre, her hangi bir suç, önyargılı bir motivasyonla işlenmişse, aynı suçun böyle bir motivasyon olmaksızın işlenenine göre, daha ciddiye alınmalıdır. Çünkü nefret suçlarının hem suçun doğrudan mağdurları, hem mağdurun dahil olduğu topluluk, hem de tüm toplum üzerinde çok daha fazla olumsuz etkileri vardır. Nefret suçları mağdurları derin bir kendine güvensizlik duygusu ve aynı olayın her an tekrarlanacağı korkusunu yaşarlar. Ancak bu korkular sadece mağdurla da sınırlı değildir. Nefret suçları mağdurun üyesi olduğu toplulukta da güvenlik endişesi yaratır. Bu endişeler giderilmezse, çeşitli gruplar arasında misillemeler başlar ve böylece tüm toplumun güvenliği etkilenir.

İşte bu gidişatın önlenmesi için devletin nefret suçlarıyla etkin bir şekilde mücadele etmek suretiyle topluma bir mesaj vermesi gerekir. Böylece faillerin çeşitli topluluklara karşı taşıdıkları önyargıların toplumun geneli tarafından paylaşılmadığı gösterilmiş olur. Bunun için devletler çeşitli önlemler almalıdır. Yasal alanda nefret suçları, ya özel bir suç kategorisi olarak düzenlenmek, ya da önyargılı motivasyonu ağırlaştırıcı bir unsur olarak tanınması suretiyle, daha sert yaptırımlara tabi tutulabilinir. Ayrıca polisin ve adliyenin nefret suçları ile ilgili istatistiksel veri tabanları oluşturması, bu konuda daha etkili politikaların oluşturulmasına yardımcı olacaktır. Bunun yanısıra devlet, polis, savcı ve hakimler dahil, toplumun çeşitli kesimlerini nefret suçları konusunda eğitmelidir. Nefret suçları alanındaki bu çalışmaların toplumda ırkçılık ve diğer benzer önyargılar konusunda bilinçlenmeye katkısı olacağı umut edilmektedir. Ancak bu önerme gerek liberal gerekse de sol bakış açısından ciddi problemler içermektedir.

Engizisyon yargılamalarına geri dönüş mü?

 Liberal görüşe göre, nefret suçları yasaları klasik ceza hukukundan ciddi bir sapmaya yol açmaktadır.  Klasik ceza hukukunda cezai sorumluluğunun belirlenmesinde esas olan motivasyon değil, niyettir. Bir kimsenin bir suçtan sorumlu olabilmesi için suç teşkil eden eylemi bilerek ve isteyerek gerçekleştirmiş olması yeterlidir. Burada kişinin bilinçli bir tercihi söz konusudur.

Motivasyon ise kişiyi belli bir yönde eylemlerde bulunmaya meyleden, kıskançlık, bencillik veya önyargılı olma gibi, kişilik özellikleridir. Bu özelliklerimiz, daha çok erken yaşlardan itibaren bir çok etkenin birleşmesi sonucunda, büyük oranda kendi kontrolümüzün dışında gelişir ve bunları değiştirmek çok zaman ve çaba ister. Oysa bir eylemde bulunma niyeti belli bir anda verilen bir tercihle gerçekleştirilir. Motivasyonlara kıyasla bu tercihleri kontrol etmek çok daha mümkündür. Örneğin, bir kimse kıskanç olduğu için başkasında beğendiği bir saati çalmak isteyebilir, ama bunun suç olduğunu bildiğinden böyle bir eylemde bulunmaktan kaçınma imkanı vardır. Günümüz ceza hukuku bir kimseyi kıskanç olduğu için cezalandırmadığı gibi, kıskançlık gibi kötü nitelendirilebilecek bir motivasyonla hırsızlık yapan birini de böyle bir motivasyon olmaksızın hırsızlık yapana göre daha ağır cezalandırmaz.

Ortaçağın engizisyon mahkemelerinin ortadan kalmasından beri ceza hukuku ideal insanı yaratma misyonundan vazgeçmiştir. Liberal bakış açısına göre, ceza hukuku sadece birlikte yaşayabilmenin asgari koşullarını yaratmakla sınırlı kalmalı ve belli değer yargılarını bireylere dayatmaktan uzak durmalıdır. Bu nedenle, motivasyonun cezayı ağırlaştırıcı bir unsur olması ancak çok istisnai durumlarda kabul edilmelidir.

Oysa önyargılıyla işlenen suçların daha ağır bir yaptırıma tabi tutulması için öne sürülen gerekçeler ikna edicilikten uzaktır. Nefret suçlarının diğer suçlara kıyasla mağdurda çok daha yoğun bir travmaya yol açtığına dair güvenilir bir karşılaştırmalı çalışma bugüne kadar yapılmamıştır. Yine, belli bir grubun mensuplarına karşı nefret suçlarının sıklıkla işlenmesinin söz konusu grupta güvenlik kaygısı yaratacağı doğru olsa bile, her nefret suçunun aynı etkiyi yaratacağı söylenemez. Yargıçların bu durumda herhangi bir nefret suçu yasasına ihtiyaç duymadan, suçun toplumda yarattığı etkiyi göz önünde bulundurarak üst cezai hadleri uygulaması zaten mümkündür. Aynı durum, nefret suçlarının tüm toplumda güvensizlik yaratacağı yönündeki iddia için de geçerlidir. Üstelik sırf grup misillemelerini önlemek için birilerini hak ettikleri cezadan daha fazla bir şekilde cezalandırmanın ceza adaleti açısından açıklanabilir bir yanı yoktur.

Nefret suçlarını daha ağır bir yaptırıma tabi tutmanın tüm sakıncaları göz önünde tutularak, bu suçların sadece polis ve adliye tarafından istatistiksel bilgilerinin toplanmasını öngören yasal düzenlemelerle yetinilmesi tercih edilebilir. Ancak bu da başka sorunlar yaratmaktadır. Her ne kadar, öldürme, ağır yaralama veya binaların ateşe verilmesi gibi yoğun şiddet içeren nefret suçları daha çok medyaya yansıyor olsa da bu tür eylemler nefret suçlarının çok az bir kısmını oluşturmaktadır. Nefret suçlarının büyük bir bölümü, sözlü ve fiziki taciz, tehdit, vandalizm, grafiti gibi eylemlerden oluşmaktadır. Bu tür eylemlerin çok azı polise bildirilmektedir. Ayrıca bildirildiğinde de her bir olayda önyargılı motivasyonun ne kadar belirleyici olduğunu tespit etmek çok zordur. Çünkü insanlar genelde bir eylemi birden fazla motivasyonla gerçekleştirirler. Özellikle önyargılı motivasyonlarda, failin söz konusu eylemi gerçekten belli bir gruba karşı bazı olumsuz yargıları olduğu için mi, yoksa sırf içinde bulunduğu topluluğa kendini kabul ettirmek için mi gerçekleştirdiğini belirlemek kolay değildir. Bu başarılsa bile, hangi gruplara karşı önyargılarla gerçekleştirilmiş suçlarla ilgili bilgi toplanacağı sorusuna sıra gelecektir. Nefret suçları konusunda istatistiksel bilgi toplandığı ülkelerde, çeşitli azınlık grupları bu grup kategorileri içinde yer almak ve kendilerine karşı önyargıların daha yüksek olduğunu göstermek için birbirleriyle yarış halindedirler. Önyargılı motivasyonun tam olarak tespit edilmesindeki güçlükler bu durumda daha da çetrefil sorunlar çıkartmaktadır. Failin ve mağdurun faklı gruplardan olduğu her suç hemen bir nefret suçu şüphesi yaratmakta ve bu da ceza hukukunun siyasallaştırılmasına yol açmaktadır.

Günah keçisi “ayaktakımı”

Soruna soldan bakıldığında ise, asıl kaygı verici olan, nefret suçları yaptırımlarının “ayaktakımı” denen toplumun en fazla marjinalleştirilmiş kesimlerini (bunlar aynı zamanda nefret suçlarından en fazla mağdur olan azınlık gruplarını içerir) diğer kesimlere göre orantısız bir şekilde etkilemesidir.

“Ayaktakımı” kapitalizmin gayri meşru çocuğudur. Azami emek sömürüsünün devam edebilmesi için belli bir işsizler ordusuna her zaman ihtiyaç duyulduğu için bu dünyaya getirilmişlerdir. Bunlar orada burada çok ağır şartlar altında geçici olarak çalışanlardan, işsizlerden, iş arayan göçmen veya mültecilerden oluşurlar. Çoğu köklerinden koparılıp bir yerlere savrulmuş olduğu için, bazıları çeteler veya cemaatler üzerinden bir yerlere bağlı olma ihtiyaçlarını gidermeye çalışsalar da, genelde atomize olmuş halde yaşarlar. Eğitimsizlik, umutsuzluk, içinde yaşadıkları topluma duydukları öfke ve yabancılaşma bu gruptaki insanlarda asosyal davranışları ve dolayısıyla suça eğilimi artırır. Amerika’da idam sıralarını bekleyen mahkumlar ve Avrupa’daki hapishaneler, siyahi, Meksikalı, Asyalı, Ortadoğulu “ayaktakımı” ile doludur.

Irkçılık ve diğer benzer önyargıların yaygınlığı toplumun çeşitli kesimleri arasında ciddi bir farklılık göstermese de, daha üst kesimlerdeki insanların bu önyargılarını bir cezai yaptırımla karşılaşmadan ifade etmekte daha başarılı oldukları açıktır. Örneğin, genellikle orta sınıflardan gelen insanların oluşturduğu “Avrupa’nın İslamlaştırılmasını Durdurun” hareketi nerede bir camii planı varsa oraya gidip protesto eder veya Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları yerlerde “şarap ve domuz” festivalleri” düzenler. Ancak bunları yaparken kimseye karşı şiddet kullanmamaya ve şiddeti teşvik eden konuşmalar yapmamaya özen gösterirler. Fakat genelde işsiz genç holiganlardan oluşan “İngiliz Müdafaa Birliği” yaptıkları eylemlerde bu kadar dikkatli davranma gereğini duymamaktadır. Bunlar bir araya geldiklerinde ilk fırsatta Müslüman bireyler veya onların işyerlerine fiziki olarak saldırılarda bulunmaktadırlar. Ayrıca ABD, Kanada ve İngiltere’deki istatistikler nefret suçlarının faillerinin de mağdurlarının da büyük oranda toplumun en alt kesimini oluşturan aynı sosyal gruplardan geldiğini göstermektedir. Bu durumda önyargılı motivasyonun cezayı ağırlaştırıcı bir sebep sayılması en çok bu insanları etkileyecektir. Herhalde, toplumu ırkçılık karşısında “bilinçlendirme” adına “ayaktakımını” günah keçisi ilan etmeyi burjuva adaleti bile açıklamakta güçlük çekecektir.

Irkçılıkla mücadele etmek için yapılması gereken, etnik ve kimlik temelinde ceza hukukunu daha da siyasallaştırmak değil, toplumun en çok sömürülen, dışlanan kesimlerini siyasallaştırmaktır. Bunun için soyut bir eşitlik anlayışının yerine herkesin sosyal, ekonomik ve siyasal hayata doğrudan ve eşit katılımı öngören bir anlayışın geliştirilmesi gerekmektedir. Dünyanın çeşitli yerlerindeki devrimci hareketlerin pratikleri göstermiştir ki, kendi haklarının bilincine varıp örgütlendiklerinde toplumun en marjinalleştirilmiş kesimlerinde bile, ırkçı şiddet gibi, asosyal davranışların yerini güçlü bir sosyal dayanışma almaktadır. Bu, ırkçılığın kurumsal mekanizmalarını görmezden gelen, onu tamamen bireysel bir algılama sorununa indirgeyen yaklaşımlardan çok daha etkili bir ırkçılıkla mücadele yöntemidir. Ayrıca halkın hakları temelinde kendi öz örgütlenmelerini yaratarak emekçilerin ve yoksulların siyasallaşmasını hedefleyen bir hareket, ırkçılıkla mücadele meselesini devrim sonrasına ertelemez veya bu sorunun devrimden sonra kendiliğinden çözüleceğini varsaymaz. Faşist saldırılara karşı halkın oluşturduğu direniş komiteleri örneklerinde de görüldüğü gibi, halkın kendi deneyimleri ve katılımlarıyla geleceğin toplumunun ilişkilerinin bugünden kurulmaya başlanmasını hedefler. Irkçılık karşıtı çalışmalar ancak bu tarzda siyasal hareketlerin bir bileşeni olabildiklerinde gerçekten bir fark yaratabilirler.

[*] Bu makale Toplumsol’da 25 Ocak 2012’de yayınlanmıştır.