Nefret ayrım yapmıyor

Nefret, belki de insan doğasındaki en tehlikeli duygu. Dünya üzerindeki tüm acıları bu duygunun varlığıyla açıklayabiliriz. Bu topraklara baktığımızda da farklı değil. Etnik, cinsel, dini her türlü ayrımın, sonucunda ortaya çıkan katliamların ve cinayetlerin temelinde de aynı duygu var.

Cumhuriyet Pazar Dergisi muhabiri Esra Açıkgöz ve Hakan Alp nefretin ortaya çıkardığı hemen tüm suçları, “nefret suçları”nı bir belgeselde topladılar. Kimler yok ki içinde. Şu an milletvekili olan Şafak Pavey’den, askerde nefret kurşununa hedef olan Sevag Balıkçı’nın ailesine, LGBTI bireyi Öykü’ye kadar pekçok isim nefret dolayısıyla yaşadıkları mağduriyeti anlatıyor.

Türkiye’de yıllarca süregelen, kitlesel katliamların, faili meçhullerin, hedef gösterilerek işlenen cinayetlerin altında yatan tek bir neden var: Nefret! Esra Açıkgöz ve Hakan Alp’ın Türkiye’de kitlesel nefretin yol açtığı sonuçlara yönelik hazırladığı belgesel bugüne kadar nefret suçları hakkında derlenmiş en kapsamlı çalışma.

DÜNDEN BUGÜNE NEFRET SUÇU

Nefret; bireysel bir duygu olabileceği gibi, belli referansları arkasına alarak belli bir etnik, siyasi ya da toplumsal kimliği de hedef alabilen bir kavram. Ve bu kolektif nefret suça dönüştüğünde ortaya kuşaktan kuşağa aktarılan, toplumun içinde kolay kapanamayacak yaralar açan bir cadı avı çıkıyor. Dergimiz muhabiri Esra Açıkgöz, Hakan Alp’le birlikte, Türkiye’de kuşaktan kuşağa süregelen nefret suçlarını belgesel haline getirdi ve suçun kurbanlarıyla konuştu.

-Nefret suçu kavramını detaylandırarak söze başlayalım mı?

Hakan Alp: Bir fiilin nefret suçu olarak tanımlanabilmesi iki unsurun varlığına bağlı: Gerçekleştirilen fiilin bir suç teşkil etmesi ve bu suçun işlenmesindeki temel nedenin “önyargı” olması. Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatı’nın “nefret suçlarını” aynı zamanda “önyargı suçları” olarak da tanımlaması boşa değil. Fail bu suçlarda, mağdurun kendisinden çok ait olduğu kimlikle ilgileniyor.

Esra Açıkgöz: Dolayısıyla nefret suçları, suçlar arasında özel bir konuma sahip. Mağdur üzerinde sıradan suçlardan daha büyük bir etki yaratıyor. Zira fail nefret suçunu gerçekleştirirken mağdur ve mağdurun ait olduğu topluma bir mesaj yolluyor: “Senin burada bizimle yaşama hakkın yok”, “Sen, ‘bizim’ koşullarımıza adapte olursan yaşarsın”. Ya da bizim en çok duyduğumuz şekliyle “Ya sev ya terk et”…

-Türkiye’de nefret suçu oluşturacak toplumsal referanslar hemen hemen aynı kalıplar üzerine oturuyor. Örf, adet ve kutsallar üzerinden ortaya çıkan kolektif bir nefretten bahsedebiliriz sanırım.

E.Açıkgöz: Ne yazık ki Türkiye’de “biz” kavramı hep ötekiler üzerinden kuruluyor. “Biz” sayılan erkler belli; “Türklük”, “Müslümanlık”, “Sünnilik”, “erkeklik”. “Normal” ve “anormal” iktidar tarafından belirleniyor. Doğduğumuz andan itibaren bizi kuşatan bu referanslar devlet tarafından sistemi devam ettirmek adına en büyük savunma/saldırı aracı olarak kullanılıyor.

H. Alp: Kürtlere yönelik linç girişimleri bunun örneklerinden sadece biri. Belgeselde konuştuğumuz Kürt işçi Fevzi Çelik örneği bu öğretinin nasıl da ezbere hayata geçirildiğini gösteriyor. Fevzi abi bir inşaat işçisi. 2011’de Silvan’da çıkan çatışmada 13 askerin yaşamını yitirdiği gün sırf Kürt olduğu için linç girişimine maruz kalıyor. Oysa Silvan’da ölen askerlerden biri Fevzi abinin kuzeni! Bir Kürt’ü Silvan’da “şehit” olarak kabullenip “kutsayan” toplum, Aydın’da diğer bir Kürt’ü kolayca “düşman”, “terörist” ilan ediyor.

E. Açıkgöz: Bu düşmanlaştırmayı Dilşat Aktaş örneğinde de gördük. Bu sefer referans “erkeklikti”. Metin Lokumcu Hopa’da öldürüldükten sonra gerçekleşen eylemlerde polis panzerine çıktığı için Dilşat, Başbakan tarafından “kız mıdır, kadın mıdır bilemem” sözleriyle hakarete uğradı, cinsiyetçi bir söylemin hedefi oldu. Panzerden indiğinde 46 polisin saldırısına uğradı, kalçası kırıldı. Onun için en korkutucusu da devlet erkini arkasına almış polisin “sen dur, sana daha neler yapacağız” şeklindeki taciz ve tecavüz tehditleriydi. Aileyi kutsayan, erkek egemenliğini merkeze koyan, kadını eve hapsederek, 3 çocuk annesi olmak dışında yaşam şansı tanımayan sistem için sokakta olan, hakkını arayan, bunu da bağıra bağıra yapan bir kadın tabii ki “öteki” olmaktan da kurtulamıyor.

-Ermeni Sevag Balıkçı’nın ailesinden Milletvekili Şafak Pavey’e kadar belgeselinize konuk olan ve nefret suçuna maruz kalmış isimlerin ortak özelliği adalet tarafından neredeyse görmezden gelinmeleri ve bir anlamda “hak ettiniz” imasına maruz kalmaları.

H. Alp: Ne yazık ki Türkiye’de şimdiye kadar Ceza Kanunlarında nefret suçuna yönelik herhangi bir düzenleme yoktu. Geçen ay çıkarılan torba yasada, bir düzenleme yapıldı. Ancak bu düzenlemede de etnik kimlik ve cinsel yönelim ibareleri yer almıyor. Oysa Türkiye’de en çok nefret suçuna maruz kalanlar Kürt ve LGBTİ bireyler. Transgender Europe’un 2013’teki raporuna göre Türkiye en çok trans cinayetinin yaşandığı Avrupa ülkesi. 2008-2013 arasında Türkiye’de 34 trans birey nefret cinayetine kurban gitti, tabi bunlar raporlara geçebilenler.

E. Açıkgöz: Anlayacağınız yasa yetersiz. 60’dan fazla sivil toplum kuruluşunun yer aldığı “Nefret Suçları Yasa Kampanyası Platformu”nun hazırladığı yasa taslağı dikkate alınmadı. Üstelik düzenleme yeni olduğu için nasıl bir yargılama biçimiyle karşılaşacağımızı, hakim ve savcıların yaklaşımını bilemiyoruz, ilerleyen günlerde göreceğiz.

-Ekleyeceğiniz…

Belgeselimiz 25 Nisan Tasarım Atölyesi Kadıköy’de, 26 Nisan Taksim’deki Aynalıgeçit’te, 7 Mayıs’ta Şişli Kent Kültür Merkezi’nde, 18 Mayıs’ta Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde gösterilecek. Ayrıca Ege ve Ankara Üniversitesi’nde gösterimler olacak.

“BİZİM ÇOCUKLAR” KORUNUYOR

-Kitlesel nefret suçlarına baktığımızda üç aşağı beş yukarı Hizbullah, Alperen Ocağı gibi benzer grupların parmak izlerine rastlıyoruz. Bu kışkırtma potansiyeli yüksek grupların devlet mekanizması tarafından korunduğunu söyleyebilir misiniz?

E. Açıkgöz: Tam da tutukluk süresini beş yıla indiren yeni yasayla, cezaevinden ilk çıkarılanın Erhan Tuncel olduğu, Malatya’daki Zirve Yayınları katliamında insanların boğazını kesenlerin serbest bırakıldığı düşünülerse bu soru gerçekten manidar. Türkiye’de iktidar sürekli kendine “düşman” üreterek güçleniyor. O “düşman”ın karşısına da “bizim çocuklar” konuyor ve kollanıyor.

H. Alp: Türkiye’de hemen hemen tüm linç girişimlerinde, saldırganların değil, linçe maruz kalanların gözaltına alındığını, haklarında davalar açıldığını ve nihayetinde suçlu bulunduklarını görüyoruz. Örneğin Behiç Aşçı, Türkiye’nin muhtelif yerlerinde, TAYAD üyelerine yönelik gerçekleşen linç girişimlerinde, haklarında dava açılanın hep kendileri olduğunu anlattı. Ya da Selendi’de linç girişimine uğrayan Romanları, “güvenliğinizi koruyamayız” diye sürgün eden aynı devlet anlayışıydı. Yine Maraş’ta onlarca Alevi öldürülürken, resmi komando kıyafetleriyle, olaylara müdahale etmeden günlerce katliamı izleyen de devletin aynı yüzüydü.

“BİZ” DE SİZDEN MİYİZ?

-İlginç bir şekilde, örneğin Selendi’de şiddete maruz kalan romanlar kendilerini savunurken “Biz de Müslümanız, Türküz” ifadelerini kullanıyorlar. Bu sizce ait olma isteğimi yoksa bir savunma refleksinin mi göstergesi?

H. Alp: Aslında ikisi de. Ötekileştirilerek dışlanmış ve her an şiddetin hedefinde olanlara yaşamlarını sürdürebilmek için iki seçenek kalıyor. Ya pasifleşip, silikleşecek ve görünmez olacaklar ya da “biz” in görüntüsüne bürünerek kendilerini çoğunluğa kabul ettirmeye çalışacaklar. Aslında Romanların bu “çaba”sını yansıtan bir söylemi, Türkiye Protestan Kiliseleri Birliği Başkanı İhsan Özbek’le yaptığımız sohbette de dinledik. İlk açıldığında isimlerinde “bağımsız” ve “Türk” sözcüklerinin yer aldığını, bağımsızlık vurgusuyla “dış mihraklarla” bağlantımız yok, “Türk” vurgusuyla da biz de sizdeniz, mesajını verdiklerini anlattı; O “müktedir”lerin, “biz”in içinde yerleri olmadığını zamanla kabullendiklerini de.

-İhsan Özbek’in söylediklerinden nefrete ait referansların ilkokul çağındaki çocuklarda bile bulunduğunu görüyoruz.

E. Açıkgöz: Bu dinlediklerimiz içerisinde bizi de korkutan anılardan biriydi. 10 yaşındaki çocukların kendilerinden “farklı” olduğu için sınıf arkadaşına şiddet uygulaması aslında devletin ideolojik aygıtlarıyla beynimizi küçük yaşlarda nasıl “terbiye” ettiğinin en açık örneği. Kuşkusuz bu “terbiye” ailede başlayıp, okulla, medyayla devam ediyor. Üstelik farklı olana yönelik tek cezalandırma şiddet de değil. Dışlama bazen bundan daha da ağır olabiliyor. Yine İhsan Özbek’in küçük kızının yaşadıklarından devam edersek, o sınıf arkadaşlarının evlerine gelmediğinde ya da onların evlerine davet edilmediğinde, yediği dayaktan daha büyük bir üzüntü yaşamış. İşte nefret suçları tam bu yüzden insanlar üzerinde çok derin izler bırakıyor.

Gösterim Kadıköy Tasarım Atölyesi’nde

Bugüne kadar nefret suçları hakkında derlenmiş en kapsamlı çalışma olan nefret belgeseli yarın 20.00’de Kadıköy Tasarım Atölyesi’nde izlenebilir.