“Metal Yorgunluğu”, “Tak-Şak Usulü” ve Başkanlık Sistemi

Tayyip Erdoğan’ın istifalarını istediği belediye başkanları, geçtiğimiz haftaların en popüler simalarıydı.  Cin şişeden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın istifasıyla çıktı. Özellikle Ankaralı için en sevinç yaratanı Melih Gökçek’in istifasıydı;  en dramatik olanı ise hiç kuşkusuz Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Edip Uğur’unki.

İstifaları istenen Büyükşehir Belediye Başkanları ile birlikte bir anti demokrasi tartışması da başladı. Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlarının istifasını istemesi anti demokratik bulundu: Öyle ya, kutsal milli irade mevzuu.

Herhangi bir devenin “nerem doğru ki?” diyerek gevişleyebileceği bu manzara-i umumiye de çoğunluk, belediye başkanlarını halkın seçtiğini ve ancak halkoyu ile gidebileceklerini söyleyerek Erdoğan’a tepki gösterdi. Birçoklarının aklına Erdoğan’ın bu hakkı nereden aldığına dikkat etmek gelmedi.

Seçimlerde “KİM”i seçeriz: Türkiye’ye Yeni Taşınanlar İçin Seçim Rehberi.

Parti genel başkanlarının, partisine üye belediye başkanlarının istifalarını istemesinin demokratik prosedürlerle sorunlu bir uygulama olduğunu tartışmaya bile gerek yok. Ancak bu konuda yine tartışmaya bile gerek olmayan bir diğer husus da, belediye başkanları seçimle göreve geldikleri için onların istifalarını istemenin seçmen iradesine haksızlık olduğu iddiasıdır. Bu iddianın sahiplerine  sormak lazım: “Siz seçimlerde nasıl oy kullandınız?”, “Türkiye’ye geçen hafta mı taşındınız?

Yazarken bile üşeniyorum: Yerel, genel fark etmez; seçimlerden önce siyasi partiler,  Yüksek Seçim Kurulu yetkilisi önünde kura çekerek birleşik oy pusulasındaki yerlerini belirlerler.  Nitekim, 298 Sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri Ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’un 78. Maddesine (Değişik: 8/4/2010-5980/11 md) göre “Milletvekili, il genel meclisi üyeliği, belediye meclisi üyeliği ve belediye başkanlığı seçimlerinde, bu Kanun ve özel kanunlarında yer alan hükümlere göre hazırlanacak birleşik oy pusulaları kullanıl”maktadır. Kanunun aynı maddesine göre “Oy zarfları, her seçim için ayrı renkte, eni 15 santimetre, boyu 21 santimetre olacak şekilde, Yüksek Seçim Kurulunca hazırlatılır. Oy zarflarının ön yüzünün sol üst köşesinde 4×4 santimetre ebadında Türkiye Cumhuriyeti Yüksek Seçim Kurulu amblemi bulunur. Yüksek Seçim Kurulu zorunlu hallerde bu maddenin amacına uygun biçimde oy zarflarının standartlarında gerekli değişiklikleri yapabilir.”

Seçimlerde bizler, kayıtlı olduğumuz sandığa gider, bu bileşik oy pusulasını elimize alır, elimizdeki mührü kapalı bir mekânda tercih ettiğimiz siyasi partinin ismi altında bırakılan boşluğa basarak oyumuzu kullanırız.

Oyların tasnifi, aynı kanunun 100. maddesine göre yapılır: “Birleşik oy pusulası üzerinde hangi partiye veya bağımsız adaya ait yere “EVET” mührü basılmış ise, o partinin adı veya bağımsız adayın ad ve soyadı okunur.

Büyükşehir belediye başkanlığı için oy kullandığımızda da yukarıdaki süreç değişmez. Oyunuzu partiye verirsiniz. Zaten o ilin belediye başkanı adayı da ilgili partinin tüzüğüne uygun şekilde, bir başka ifadeyle parti mekanizmaları içerisinden seçilerek aday gösterilen kişidir. Faklı bir ifade ile parti, kendi mekanizmaları içinden birini aday gösterir; seçmenler de adaya değil partiye oy verir. Siz oy verirken adayı tanıdığınız, çok sevdiğiniz için oy vermiş olsanız bile bu realiteyi değiştiremezsiniz. Hatta örneğin Melih Gökçek, Ankara’da bizzat kendi sandığında oy kullanırken bile bu realite değişmez. O da Ankara’da oyunu AKP’ye vermiştir. Kendisine değil.

Partilerin kendi adayları arasından seçilerek göreve gelen belediye başkanları ile yollarını ayırması da siyasetin cilvelerinden biri.  Normal olanı bu adayı bir sonraki seçimlerde aday göstermemek olabilirdi. Partinin, belediye başkanları ile görev süreleri içerisinde bu şekilde yollarını ayırmasının demokratik usullerle ilişkisi elbette tartışılabilir. Ama belediye başkanlarını halk seçti, onları görevden ancak halk alır demek için ya kör-cahil, ya da politik-ahmakolmak gerekiyor.

Belediye Başkanlarını  “Parti” mi Görevden Aldı?

Beklide asıl tartışmamız gereken konu burası. Ne yazık ki sadece AKP’de değil, neredeyse tüm partilerde lider, parti mekanizmalarını domine edici bir güce sahip. Hatta, yine neredeyse tüm siyasi partilerimizde parti mekanizmalarının çoğunlukla, parti genel başkanının kişisel iradesini bir kurumsal iradeye tahvil eden meşrulaştırıcı mekanizmalar olmaktan fazla bir anlam taşımadığını söylemek bile yanlış olmayacaktır. Lider, özellikle sağ partilerde çok daha belirgin bir güce sahip.  Demokrasi açısından daha da tehlikelisi, sağ partilerdeki bu lider sultasının lidere itaat düşüncesi içinde normalleştirilmesidir.

Belediye başkanlarının görevden alınması “iradesi” parti teşkilatının değil, Genel Başkanın kişisel iradesinin tezahürüdür. Genel Başkan kendi iradesini parti mekanizmaları içerisinde kurumsal iradeye tahvil etmiş; belediye başkanlarının istifası bir parti tercihi olarak gündeme taşınmıştır. AKP teşkilatı, Erdoğan’ın iradesini, kişiselden kurumsala taşıyan bir makyöz rolünden fazlasını oynamamıştır. Diğer partilerde de -ne yazık ki- benzer eğilimler mevcuttur.

Buyurun Türk Usulü Başkanlık Sistemine: Günaydınlar AKP

AKP çevrelerinin Anayasa Referandumu, ya da daha bilinen adıyla Mühürsüz Referandum öncesindeki temel iddiaları, Türk usulü başkanlık sisteminin karar alma süreçlerini hızlandıracağı yönündeydi. Bir “Hayır”cı olarak, haklı olanlı olanın AKP teşkilatı olduğunu söylemem gerekiyor. Türk usulü başkanlık sistemi karar alma mekanizmalarına bir hız kazandırmıştır:  Eski Genelkurmay Başkanlarından Doğan Güreş’in literatürümüze kattığı bir siyasi kavram olarak Tak-Şak Usulü diyebiliriz buna.  Eski usul de Tayyip Erdoğan’ın elinde olmayan tek güç de buydu: AKP teşkilatı.  AKP teşkilatı üzerinde resmi, yasal bir güce sahip olmaksızın (yani yeniden partinin genel başkanı olmaksızın) sistem üzerindeki gücünü döndüremeyeceğini anlayan Erdoğan, başkanlık sistemi tartışmalarını gündeme taşımıştı. Sadece Cumhurbaşkanı sıfatıyla Tak-Şak Usulü’nü kullanamayacağını iyi bilen Erdoğan, referandumla bu gücü cebine koyarak parti içine neşter atmaya (Metal Yorgunluğu) başlamıştır.

Referandum sonrası partisinin genel başkanlığını da eline alan Erdoğan’ın ilk uygulamaları da bu yönde oldu.  Erdoğan’ın Metal Yorgunluğu olarak anmayı tercih ettiği Tak-Şak Usulü’nün de eski bir sağ parti karar alma biçimi olduğunu hatırlatmadan geçmeyelim. Bu yönetimi kavramsallaştıran Doğan Güreş’in uzun yıllar medyada “Tak-Şak Paşa” olarak anılması gibi, Mühürsüz Referandum sonrasında Cumhurbaşkanı’nın emriyle patır patır istifa ettirilen Belediye Başkanlarını da siyasi literatürümüze “Tak-Şak Başkanları” olarak yazabiliriz.

Uzatmaya gerek yok. Mühürsüz Refrerandum öncesi defalarca yazıldı çizildi. Bunun bir “başkanlık sistemi- parlamenter sistem” tartışması olmadığı; bunun bir, AKP Genel Başkanı olmadan sistemi döndüremeyeceğini anlayan Erdoğan’ın parti genel başkanlığını geri alma operasyonu olduğu da çokça dile getirildi. Ama AKP teşkilatı bu eleştirileri duymamak için kulaklarını tıkamayı tercih etti.

Türk Usulü Başkanlık sistemi, ilk olarak AKP teşkilatını vurdu. Ona vurmaya, onu kimliksizleştirmeye, örgütsüzleştirmeye de devam edecek.

Günaydın teşkilat! Nasıl diyorlar sizin mahallede?:  “Atı alan Üsküdarı geçti.”

Artık size “emir-demir” diye ağlaşıp istifa etmek düşer.

 

Mete Kaan KAYNAR