Kuş Odası

Kesinlikle ayağa kalkmamam gerekiyormuş. Laf!
Yiyeceklere ulaşmak için , koltuk değnekleri ile masaya keklik gibi sekerek gidiyorum. Bir ayağım üzerinde sekerek mutfak tezgahına ulaşmış olmak bir başarı değil elbette. Koltuk değneklerini koltuk altlarıma sıkıştırıp çaydanlığa uzanıyorum. Tek ayağım üzerinde hafifçe dönüp koltuk değneklerini yere düşmemesine dikkat ederek (yere düşünce alması güç oluyor) suyu açıyorum. Çaydanlığı ocağa koyup çayı demleyebiliyorum da. Bardağa çayı da koyduktan sonra sorun başlıyor. İki elimle koltuk değneklerini tutmam gerektiği için, mutfaktan çay bardağını alıp masanın üzerine koymam için üçüncü bir ele ihtiyacım oluyor. Bu durumda çay bardağını masaya anca fırlatabilirim ki… Anlamsız. Tek ayağımın üzerinde çayı içiyorum. Son derece inatçı ve gururluyum da kimseye sabahları çay içemediğimi söyleyemiyorum. “Yok canım ben hallediyorum. Çay demleyip kahvaltımı yapıyorum. Gerek yok gelmenize…”

Kuş odası…
Çocukluğumda kullanmadığımız o odada babamın eve getirdiği bir kanarya ikamet ederdi. O nedenle o odaya “kuş odası” derdik. Kanaryanın öttüğünü hiç anımsamıyorum. Şimdi düşünüyorum da çocuk aklımla hiç merak etmemişim. Hatta kuştan çok kuş odası aklımda. İlginç. İlk kim söyledi, kim o adı yakıştırdı bilmiyorum. Annem oradan bir şey getirmemizi istiyorsa “ kuş odasından al, getir” derdi. Vücut bulan kanarya değil odaydı. Kanarya kafesinde bir hiçti adeta. Odaya adını vermişti o kadar. Bir tür ardiyeydi aslında. Evin en arkada kalan, hiç güneş görmeyen odasıydı. Taban tahtaları gıcırdardı. Havalandırılmadığında küf kokusu gelirdi. Zaman zaman arkadaşlarımızla oyun odası olarak kullanırdık. Odanın ortasına çadır bile kurardık. Eski çarşaflar, bir kaç mandal ve sandalyeler çadırımızı oluşturmaya yeterdi. Oyun oynarken aramızdan biri küser de oyun dağılırsa odayı toparlama görevinin bana kaldığı oda.

Hava kararıyor. Masaya konulanları yedikten sonra (komşularıma-arkadaşlarıma minnettar) dışarıya çeviriyorum yüzümü. Koltuk değneklerini masaya dayıyorum. Çok güzel bir yağmur yağıyor sakin. Derdi neyse arada kuvvetle esen rüzgar yağmur damlalarını pencereye kadar savuruyor. Her damla tıpladıktan sonra camı yalayarak aşağı süzülüyor.

Bugün çocukluğuma uğrayasım varmış. Bir çok sahne gözümün önünde tıplayan damlalar gibi aklıma süzülüyor. Bir oyun gibi. Eğlenceli! Bu anın bozulmasını hiç istemiyorum.

Kuş odası…
Pencereden baktığımda ilk gördüğüm ağaç beyaz duttu. Hemen solunda karadut ağacı vardı. Karadut, bahçe duvarına çekilmiş dikenli tellere dayamıştı sırtını. Beyaz dutun sağında da nar ağacı
vardı, narin gövdeli. Duvar diplerine mor zambaklar dikilmişti.

Kuş odası hep loştu ve hep yalnızdı. Bazı odaların kaderinin “yalnızlık” olduğuna inanırım tıpkı “insanlar” gibi… Kullanılmadığı için en eski perdelerin asıldığı odalardır. Görmek istemediğimiz, atmaya kıyamadığımız ıvır zıvır şeyleri koyduğumuz sonra da o eşyaları unuttuğumuz odalar… Ne çok sır saklarlar aslında. Çocukların oyun oynarken saklandıkları, gizlice şeker yedikleri, dayak yediklerinde yalnız odalara sığınıp salya- sümük ağladıkları, gizli gizli mektupların yazıldığı, mektupların okunduğu, annelerin babaların 3-5 kuruşunu birikmesi için köşe bucağa sakladıkları unutulmuş odalar.

Bugün yağmur hiç dinmedi… Pencereden dışarıyı seyretmeye devam ediyorum. Gün her dakika daha da kararırken çocukluğumun kuş odası kadar yalnızlık ve atılmışlık hissi gelip sarmalıyor beni.
Bu hiç birinizin bildiği bir yalnızlık değildi aslında. Bana tanıdıktı. Boş, rutubetli, güneş vurmayan odanın ve odada ikamet eden kanaryanın yalnızlığıydı. Pencerenin dışında bir dünya vardı ama ona düşen unutulmuş bir oda ve eski tahta kafesti.

Kim bilir kaç kişi şu anda benim gibi yalnızlığını düşünüyordu? Bedenlerimize, ruhlarımıza kim bilir kaç kişi kendi yalnızlıklarını doldurmuştu da, bizim yalnızlıklarımız bir gün ortaya çıkmak üzere bekliyordu. Kim bilir kaç kişi kullanmak istemediği duygularını boynumuzdan aşağı asıvermişti? Kim bilir kaç kişi kendi çaresizliklerini avuçlarımıza bırakmıştı umarsızca, bencilce? Hepimiz birilerinin duygularının çöp kutusu olmadık mı? Farkında olarak ya da olmayarak ekşittik, kokuttuk içimizde bize ait olmayan o yalnızlıkları. Kullanılmayan odalarda, kafeslere yerleştirilmedik mi? Bütün dünya pencereden gördüğümüz o dut ağacıydı belki. Yapraklanan ve solan. Yapraklanan ve solan…

Yağmur durdu. Kırılan ayağımı tutup aşağı alıyorum sandalyeden. Koltuk değneklerine uzanıyorum. Kalkıyorum. Kuş odası kadar bir dünyada, kanaryanın yüreği kadar bir yürekle nefes almaya çalışıyorum sanki. Her şeye rağmen, herkese rağmen…

Canan GÜLDAL
Latest posts by Canan GÜLDAL (see all)