“KEDİ” zaviyesinden…

Yönetmenliğini on yıldır ABD’de yaşayan Ceyda Torun’un yaptığı Kedi yaklaşık 2,5 milyon dolar gişe hasılatı elde edip bütün zamanların en çok izlenen üçüncü yabancı belgeseli oldu. ABD’li seyircinin böylesine yüksek ilgisine mazhar olmasının, pazarlama stratejileriyle ilgili bir yanı da vardır hiç kuşkusuz. Fakat kapitalist-modernleşmeyi ve bunun toplumsal-mekânın yeniden düzenlenmesine etkilerini birinci dalgada yaşamış ülkelerde Kedi’ye yoğun merakın, reklâm teknikleriyle açıklanamayacak sebepleri de olsa gerek… Pek azı istisna olmak üzere, Avrupa’nın ileri-modern ülkelerinde, ne de Kuzey Amerika’da, şehrin kamusallığında kedi ve köpeklere yer vardır. Bu ülkeler, neredeyse 200 yıl önce bu “sorun”larını çözdüler. Sokakları insan olmayan hayvanlardan “temizlemek”, sözün doğrusu, kitlesel olarak katletmek sûretiyle. Aşağı yukarı aynı zaman dilimi, “pet”lerin doğuşuna tanıklık ediyordu: Ancak evin özel alanında ve bir “sahip”in muvafakatında varolabilen “eşlikçi (companion) hayvanlar.” Böylece, binlerce yıl boyunca[1] insanlarla birlikte aynı yaşam alanlarını özgürce paylaşmış köpekler ve kediler (başka birçok hayvanın yanı sıra) insanın kamusal yaşam alanından türlü metodlarla silindi, kapatıldı ve sınırlandı.

Kedi’nin onlarca gösterim salonuna binlerce ABD vatandaşını çektiği dönem, insanların binlerce yıl birlikte evrimleştikleri bu yaşam alanı ortaklarının (kediler ve köpekler) şehrin kamusallığını yeniden zorladıkları, insan olmayan hayvanlardan arıtılmış bu sözüm ona hijyenik ve güvenli, ama kat’i sûrette sekter mekânsallıkta çatlaklar açmaya başladıkları pratik ve oluşumlara tanıklık ediyor. “Cat Café”yi google arama motoruna şöyle bir tarattığınızda, sadece ABD’den ya da merkez Avrupa’dan değil, Güney Amerika’dan, Japonya’dan, Tayvan, Singapur ya da Malezya’dan da örneklerle karşılaşmanız mümkün. Şüphesiz tüketim endüstrisinin gözü açık icatlarından biri daha; lâkin insanlar bu kafelere, sokakta ya da avlularında, parkta ya da çatılarında tesadüf edemedikleri kedilerle karşılaşmak, onları seyretmek, sevmek ve onlarla oynamak için gidiyorlar. Evcil hayvanların bir şehirde yerinin ne olduğuna ilişkin tartışma, ABD’de bir süredir “köpek parkları”nın giderek artan sayısıyla ve bu parklar üzerinden süren çekişmeyle de yeni bir boyut kazanmakta. Birleşik Devletler’in hemen hemen bütün şehir ve banliyölerinde köpeklerin “sahip”lerince tasmasız olarak dolaştırılmasına yasal düzenlemeler müsaade etmiyor. Bu, hiç şüphesiz köpeklerin özgürce koşamaması, oynayamaması, türdaşlarıyla sosyalleşememesi, özetle en doğal ihtiyaçlarını rahatça karşılayamaması demek. Bu soruna şimdilik çözüm, “özel mekân” düzenlemeleriyle getirilmiş görünüyor. ABD’de köpeklerin tasmasız olarak sınırları dahilinde serbestçe dolaşabildiği köpek parklarının sayısı 2 bin’i geçmiş durumda.

Kedi’yi Türkiye’de gösterime girmesinin ikinci haftasında izledim. Şimdiden hakkında epeyce yazıldı. Belgesel-filmin çekimleri, yönetmenin aktardığına göre yaklaşık üç ayda tamamlanmışsa da bu kadar sürede bizzat kayıplara tanıklık etmiş film ekibi. “35 kedi filmin ortaya çıkış sürecinde 19’a indi. Bir gün yerinde bulabildiğimiz bir kediyi ertesi gün bulamadık. Başlarına bir şey gelmiş ya da sahiplenilmiş olabiliyorlardı,” diyor Torun.[2] Ben bunu (buharlaşıp kaybolan kediler gerçeği) ilk kez bundan 15 yıl önce, ilk kızım Leyla’yı Ankara Demirlibahçe sokaklarında ararken fark etmiştim. Onu bulmam daha kolay olur diye sabah çok erken saatlerde evden çıkıyordum. Yan bahçenin tripod erkek kedisinin ölüsünü bir sabah çöpçünün kaldırdığına öylece tanık oldum. İkinci kızım Nazlı’yı da Leyla’yı ararken buldum; bebekti, muhtemelen bir köpek tarafından parçalanmıştı, her yanı iltihap içindeydi ve yağmurun altında bir bahçe duvarında yumulmuş öylece ölmeyi bekliyordu. Belediye veterineri, onu götürdüğümde “uyutma”yı[3] teklif etti, hatta bundan ısrar etti. Nazlı çok hızla iyileşip 14 yıl benimle kalacaktı… kaldı. Türünüze ait olmayan bir canlıyla özel bir ilişki kurabildiğinizde, hiç kimsenin özel bir ilişki kurmadığı “dışarı”daki canlıları ve onların yaşam mücadelesinin sertliğini de daha fazla fark ediyorsunuz. Bunu ben, önce Leyla’ya, sonra Nazlı’ya borçluyum. Ve Mutti’ye, Sındır’a ve Tosur’a… Diğerlerine borcumu fark etmem onlar sayesinde oldu işte. Şişli’de bir mahalle kuaförüne gidiyorum. Bir Şukufe var orada. Çocukları oldu önce Şukufe’nin. Biri -Fiko- dışında, hepsine “yer” buldular. Fiko bir yaşını yeni geçmişti. Önce araba çarptı. İyileşti. Dükkândan çıktığında vızır vızır araba, bayır aşağı, kelle yetiştirir gibi gidiyorlar. Ama Fiko da Şukufe gibi karşıdaki sözüm ona parka gitmek istiyor. Park hakkaten sözüm ona ve içler acısı, çünkü miras anlaşmazlığndan on küsur yıldır bomboş duran o kapkaranlık gökdelenlerin ve Şişli Plaza’nın, Elit Rezidans’ın arasına sıkışmış uyduruk bir yer. Park mı park. Bir daha Nişantaşı Parkı’na kadar bul zaten bulabilirsen. Fiko araba kazasından paçayı sıyırdı. Ama döner kapıdan paçayı sıyıramadı. Evet, Fiko, geçenlerde bir otelin döner kapısına sıkışıp ölmüş. Tuzaklarla ve tehlikelerle dolu bu şehir, bu haliyle, onlar için. Kasten verilen zararları hiç saymıyorum. En vahşi türün mensubuyuz, bir şüpheniz mi vardı? Aynı kuaförün kıyısına bir kedi atıldı bir gün. Tecavüze uğramış ve beli kırılmış. Kurtarılamadı.

Kedi, bu “acı” tondan ziyade “tatlı”ya yüzünü dönen bir çalışma. Kendine yaşam alanı bulan, o yaşam alanı için mücadele veren ve bu mücadelede başarılı olan, gayet akıllıca sosyal ve ekonomik network’ler kuran, bütün taraflara faydalı alışverişleri nezaketle tamamlayan “sokak kedileri” ve onların hayatlarını kolaylaştıran müşfik insanlarla, elinde avucunda olmayanı dahi paylaşanlarla… Nadiren insan zaviyesinden seyrediyorsunuz akışı. Daha çok kedi zaviyesinden ama bazen de kuşların zaviyesinden ve hatta bir kedinin peşine düştüğü bir lağım faresinin durduğu yerden. “İyileştirirken iyileşmek” sıkça tekrarlanan bir anlatı. Ne zamandır karşılaşmadığınız yumuşaklık ve derinlikte insanların bu gün günden hoyratlaşmış şehirde hâlâ mevcut olduğunu anımsamak ve şehirle helalleşmek için de gidebilirsiniz bu filme.

Kedi’nin, beş yıldız ve %97 domates-metreyle kendine yer bulduğu, Rotten Tomatoes’da kullanıcılardan birinin dediği gibi;

“Güzel görüntülenmiş bu sıcak insan portrelerinde, her şeyi gören David Attenborough benzeri bir anlatıcı yok. Bunun yerine, gündelik rutinleri hayvanların gündelik rutinleriyle kesişen insanların, gelip geçerken insanın gönlünü hoş eden sesleri var.”[4]


[1] Arkeolojik bulgular ve mitokondriyal DNA üzerinden yapılan genetik analizler; köpekler için en az 7 bin, en çok da 120 bin yıl öncesini işaret ediyor. Bundan 120 bin yıl önce, henüz Neandertallerin soyu kurumamıştı, Denisovalılar, Homo Soloensis ve Homo Floresiensis henüz yok olmamıştı ve mevcut bütün insan türleri, yerkürenin tamamında yaklaşık 1 milyon’luk bir nüfusu ancak oluşturuyordu. Bundan 7 bin yıl önce, Homo Sapiens Sapiens tek insan türü olarak kalalı henüz bin yıl olmuştu. Böylesi uzun ve uzak tarihlerden bahsediyoruz. Kediler ise, yaklaşık 9.500 yıldır türümüzle yaşıyorlar.

[2] Gözde Hatunoğlu söyleşisi, 10 Haziran 2017, http://bianet.org/biamag/sanat/187308-istanbul-un-gizli-sahiplerinin-filmi-kedi

[3] Kedi-köpek uyutmak, koyun kesmek, balık tutmak… Öldürme’ye öldürmek diyemediğimiz riyakârlığımızın ve sahtekârlığımızın farkında mısınız?..

[4] “Vahşi doğa”yı anlatan bütün o BBC belgesellerinde ve diğerlerinde cismi yok gözü var, cümleleri var bir tanrı gibi erkek-insan sesinin (evet, çoğunlukla emektar Attenborough) konuşup durması size de ilginç gelmiyor mu? Hem de “orada yokmuş gibi…”

Kayanak: Kediler Krallara Bakabilir