Hazin bir öykü…

Kimine göre “Kızıl Sultan”ın, kimine göre ise “Dünyanın Kaderinin Biricik Efendisi Yeryüzünün Halifesi”sinin (Gökyüzünün Halifesi Allah’tır. Yazılı insanlık tarihinin ilk zamanlarından itibaren Gökyüzünün Halifesinin, Yeryüzü Halifeliği gibi daha tali işleri, krallara, firavunlara, şahlara, padişahlara, imparatorlara bırakması bir gelenektir. Bu gelenek bazı yerlerde günümüzde de devam etmektedir), kimine göre azledilişinin (görevden alınmasının) kimine göre halledilişinin (tahttan indirilişinin) iki farklı anlatısı vardır.

Bu yüzden, daha ilk cümleyi yazarken bile, kavram seçmede böyle zorluk çekersiniz. Çünkü bu öykünün kabul gören anlatılardan biri, her türlü belanın Sultandan ve Sultanlıktan geldiğine inanların anlatısıdır ki, hala egemen olan anlatı budur. Öteki, resmi ve egemen anlatının yanlı, yalan ve yanlış olduğuna inanan, bu yüzden de ilk fırsatta egemen resmi anlatıyı tersyüz edecek olan Osmanlıcılardır.

Kendisi sadık bir ordusu olduğuna inanan, ancak gerek amcasının akibetini gerekse biraderinin başına gelenleri hesaba katarak asla ona sırtını yaslamayan, İstanbul’dan imparatorluğun insan yerleşimlerinin olduğu her noktasına kadar bir istihbarat ağı kurmuş olan, günlük mesaisinin azımsanmayacak bir kısmını kendisine ulaştırılan istihbarat raporlarını okumaya ayırdığı bilinen Sultan, göz açıp kapayacak kadar kısa bir sürede, Yıldız Sarayının muhkem duvarları arasında yapayalnızdır.

Gerçekten de İttihat Terakkinin darbe konusunda hiç şakası yoktur. Buna rağmen Sultanın hukukunu Sultana karşı kullanmayı, formaliteyi yerine getirip Seyhulislamdan uygunluk fetvasını almayı ihmal etmezler.

Şeyhulislamın kapısını çalıp, Abdulhamid’in tahttan alınması için fetva isterler. fetvayı verir. Bu noktada İttihat Terakkici anlatım, Sultanın sadık yardımcısı, dinin direğinin koruyucusu Seyhulislam hazretlerinin hiçbir baskı görmeden ve tereddüt etmeden din, millet ve ümmet adına fetvayı bastığı yönündedir, Osmanlıcı anlatı ise Sehulislamın ölüm tehdidi altında uyduruk bir kağıt parçasını imzalamak mecburiyetinde bırakıldığını iddia etmektedir.

Peki, kimine göre bu uyduruk kağıtta, kimine göre ise göre ise mübarek fetva-ı şerifede Sultanın tahttan indirilmesine gerekçe olarak ne gösterilmişti; “bazı mesâil-i mühimme-i şer’iyyeyi kütüb-i şer’iyyeden tayy u ihrac ve kütüb-i mezkûreyi men u ihrak…”  Fetvanın özünü üç kelimeyle ifade edersek, şeriat hukukunu ihlal!

Şaka sandınız değil mi? Şaka değil! Bizanstan Osmanlıya geçmiş, oradan günümüze çeşitlenerek intikal etmiş müthiş bir siyaset taktiğidir; İlk fırsatta ve her fırsatta muhalifini, seni itham etmesi muhtemel şeylerle itham et!

Sultana fetvayı gösterip, sultanlığa veda etmesini isteyecek olan heyet dört kişidir; Esat Paşa, Carasso Efendi, Aram Efendi ve Arif Hikmet Paşa adındaki şahıslar.

(Osmanlıcı anlatıcılar, bu dört kişinin aidiyetini vurgulamaya özel önem verirler; Arnavut mebus Esat (Paşa), olaydan daha bir kaç gün öne yakalanıp sarayda sorgulanan Selanik vekili Yahudi Carasso Efendi, Ayan üyesi Ermeni Aram Efendi ve Halife-I Ru-i Zemin’in gözdelerinden Arif Hikmet Paşa. Bu vesileyle, Osmanlıcı anlatımdan bu şahısların her birinin ne haltlar karıştırdıklarını ve rüşvetçi, işbirlikçi adamlar olduklarını da öğreniyoruz. Sanki sarayın içinden, imparatorluğun en ücra köşesine, en kudretli paşadan en küçük memura kadar, korkunç bir rüşvet çarkının işlediğini, devlet kapısına girmek isteyenlerin hiçbirinin gözünün maaşta olmadığını, herkesin görev alabileceği yerlerin komisyon ve bahşiş imkanlarıyla ilgilendiğini, koca Balkan coğrafyasını “bahşiş” lafını bizim kazandırdığımızı Sultanın kendisi dahil, hiç kimse bilmiyormuş gibi. İşbirlikçiliğe gelince, dönemin batılı devletlerinin İstanbuldaki sefaretleri, saraydan kaçıp, çoluk çocuk sığınmaya koşanlar yüzünden yolgeçen hanına dönmüştü.)

Bundan sonrasını, anlatının her iki versiyonunu da unutup, Abdülhamid’e fetvayı götüren dört kişinin o tarihte İstanbul’da olan bir ecnebi diplomata anlattıklarının o diplomat tarafından not edilen şeklidir.

Dörtlü, 27 Nisan günü sarayın kapısını çalıyor. Sarayın etrafında sultanın, canları pahasına kendine sadık kalacaklarını düşündüğü kuvvetlerden hiç kimse yok.

Gelen heyetin, saray duvarlarının arkasında kendinin hala “Hükümdarlar Hükümdarı! Sultanlar Sultanı! Halifei Ruyi Zemin! Allahın Yeryüzündeki Gölgesi! Hünkar! Dünyanın Kaderinin Tek Efendisi!” olduğundan kuşkusu olmayan sultana diyecekleri vardı.

Mabeyinci, Sultanın heyecanlı olduğunu, revolverini çekip içlerinden birini, birkaçını vurabileceğini söyler (ki sultan gerçekten de iyi bir nişancı, usta bir silah kullanıcısı olarak bilinir) ama biraz daha oyalanırsa Sultana kalmadan kurşunu yiyenin kendisi olacağını anlayınca içeri süzülür.

Salona girdiklerinde, dört duvarı kaplayan dev aynalar dikkatlerini çekiyor. Her şeyden kuşkulanan sultan, bu odayı daima arkasını da görebileceği şekilde aynalarla dizayn ettirmiş ve her an arkasını görebileceğinden emindir.

Ve sultan, küçücük oğlu Abdurrahman Efendinin elini tutmuş olarak salona giriyor. Umutsuz ve solgun bir yüzle, ne olup bittiğini bildiği halde “Ne istiyorsunuz” diye soruyor. (Bu noktada Osmanlıcıların sultanın haline ilişkin anlatı, Sultanın çok metin ve mütevekkil, vakur ve başı dik olduğu seklindedir.)

Heyet saygı gösterisinde bulunduktan sonra Esat Paşa, elindeki imzalı belgeyi uzatarak, Şeyhülislamın fetvasıyla tahttan indirilmiş olduğunu, huzurdaki heyetin de kendisinin ve ailesinin can güvenliğiyle görevlendirildiğini söylüyor.

“Bir suç işlemedim. Kısmetim bu. Sizden hayatımı bağışlamanızı diliyorum” diyor Sultan.

“Osmanlı milleti merhametlidir ve karar bizim değil, milletindir” diyor Esat Paşa. (Oldukça normal değil mi? Gücü ele geçirmek isteyen, ele geçirip kullanan herkes, bunu milletin arzu ve isteği gereği yapıyor zaten. İttihat Terakki öyle, İstiklal mahkemeleri öyle, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 15 Temmuz öyle. Bugün öyle, yarın da öyle olacak.)

“Hayatım emniyette olduğuna garanti verir misiniz?” diye tekrar sorar Sultan.

“Buna dair bir mesaj vermekle yetkili değiliz. Ama kanaatimizce hayatınız emniyettedir” diyor Paşa.

“Hayatımın emniyette olduğuna yemin etmenizi istiyorum sizden” diye bir kez daha ısrar ediyor Sultan.

Bu ısrara Paşanın cevabı “Adaletsizlik yapılacağına inanmıyorum” olur.

Sultan, “Bu millet için çok şey yaptım. Yunan harbini kazandım. Tahttan indirilmeyi hak etmedim” diye mırıldandığı duyulur ve ardından “Allah’ım sen haksızların cezasını ver” diye haykırır. Aynalı salonun girişindeki harem ağasının “Âmin” dediği duyulur.

Heyet, Sultanı çökmüş halde salonda bırakıp çekildiğinde, salonu küçük Abdurrahman Efendinin acı dolu ağlaması doldurur.

(Bu hazin sahnenin Osmanlıcı anlatımı farklıdır; Sultanın canının bağışlanmasını istediği asla söz konusu olmadığı gibi, insanın adeta içine nüfuz eden gözlerini heyetin üzerinde gezdiren sultanın şahin bakışları karşısında dörtlü çetenin, Sultanın hayatının güvencede olduğunu özellikle belirtmek zorunda kaldığı şeklindedir)

Sonrasını biliyorsunuz. Sonra İttihat Terakkiciler, hürriyet ve adalet adına birlikte yola çıktıkları Yahudi’yi, Ermeni’yi, Kürd’ü bertaraf edip kanlı kirli bir tarihe imza attılar, bu kanları da tepeden tırnağa yalan ve iftira dolu bir tarih yazımıyla kapatmaya çalıştılar. Ardılları ise, bu kanlı tarihin mimarlarını uygulayıcı ve yapımcılarını reddetmiş görünse de, bu kanlı tarihin kutsallaştıramadıkları bölümlerini yeniden yazdılar. Öncekilerin yalan tarih yazımı konusunda ne yeterli deneyimleri vardı ne de yeterli zamanları olmuştu. Şimdi ise hem zaman boldu, hem de yalanda uzmanlaşmış ideologlar ve tarih yazıcılar.

M. Şirin ÖZTÜRK
Latest posts by M. Şirin ÖZTÜRK (see all)