Demokratik haklar alınır mı, verilir mi?

1924’den beri Türkiye’nin bütün anayasalarında kabul edilen temel hak ve özgürlükler kanunla sınırlanmıştır. 1960 anayasasında bazı temel hakların kullanılmasına imkan verilmesinin ardından, 1971 ve 1980 askeri darbeleri ile yapılan anayasa değişikliklerinin asıl amacı, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanması şeklinde olmuştur. Bu nedenle son 37 yıldan beri demokratik hak ve özgürlüklerin kazanımı neredeyse siyasal mücadelenin ana ekseni haline gelmiştir.

Demokrasinin egemen sınıfların bir bölümüne kadar sınırlandığı, insan haklarından siyasal haklara kadar temel hak ve özgürlüklerin yukarıdan aşağıya doğru alınıp verilebildiği bir siyasal sistem, daha doğrusu oligarşik bir devlet biçimi var. Askeri ve sivil bürokratik elitin egemen olduğu bu oligarşik devlet biçiminde, “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü”, “devletin bekası için milli, manevi ve tarihi değerlerin” korunması ve kollanması her şeyin üzerinde tutulmuştur. Bu ideolojik ve siyasal refleks, anayasa ve yasaların yapılış şekillerinde, askeri müdahalelerin karakterinde, devlet, demokrasi ve toplum ilişkilerinde görülebilir.

Ulusal, sınıfsal, cinsel, etnik, kültürel ve dinsel vb. çok yönlü mücadeleler sürecindeki kazanımlar ise, demokratik hak ve özgürlüklerin “yukarıdan aşağıya doğru devlet tarafından verildiği veya aşağıdan yukarıya doğru mücadele içinde kazanıldığı” şeklinde şematize edilmiştir. Soldaki tartışmanın arka planında bu anlayış yatmaktadır. Tartışmanın özü, burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin nasıl ve hangi mücadele perspektifiyle kazanılacağı sorunudur.

Askeri ve bürokratik elit tarafından devletin ve toplumun yukarıdan aşağıya doğru yeniden düzenlenmesi ve denetlenmesine karşı solun tavrı, ya destek verilmesi ya da tepkisiz kalınması şeklinde olmuştur. Bu nedenle sol ve sosyalist hareketin temel hak ve özgürlüklerin kazanımı için bir mücadele programı ve örgütlenme biçimleri yaratılamamıştır. Faaliyetin temelini sınıf dışı alanlar oluşturmuş, sadece işçi sınıfı ve kitle hareketinin yükseldiği koşullarda destek eylemleri ile özel günlerde yapılan rutin anmalarla yetinilmiştir.

Çeşitli direniş biçimlerinin yarattığı siyasal ve toplumsal tepkinin boyutu, “Hak verilmez alınır” sloganının anlamını bir kez daha kavramamız gerektiğini göstermiştir. Bu sloganın hakkın vermek için öncelikle kendine, kendi özgücüne güven sorunu önem kazanmaktadır. Siyasal mücadeleler tarihinde kendine güvenmeyen, kendi dışındaki güçlerden medet umanlar, daima hüsrana uğramıştır.

Devrim, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi, uzun ve yorucu bir süreçtir. Başlangıçta zayıf olan güçlerin gelişmesi/ilerlemesi bir hareketin özgücüne ve kitlelere güvenle gerçekleşebilir. Sadece kendi özgücüne güvenenler başkalarıyla çok yönlü ilişkilere girebilir. Siyasetin belirli bir güçle yapıldığının bilinciyle uzun ve kısa vadeli taktikler izleyebilir. Tersi durumda bir hareketin gelişmesi ve güçlenmesi mümkün olamaz.

Böyle bir siyaset tarzı, aynı zamanda siyasal ve toplumsal mücadelede güçlü ve istikrarlı bir önderlik sorunudur. Sınıf ve kitleler içinde güç olmak ise, bir siyasal hareketin “toplumsal meşruiyet” kazanmasıyla mümkündür. Meşruiyet, “yasanın, dinin ve kamu vicdanının doğru bulduğu” demektir. Buna göre, toplumsal meşruiyet, bir siyasal hareketin toplumun vicdanında doğru bulunması ve desteklenmesi anlamına gelmektedir.

Bu bağlamda ulusal, sınıfsal, cinsel, inançsal, etnik ve kültürel sorunların öncülüğünü üstlenen ve iyi bir performans gösteren siyasal hareketler toplumsal meşruiyet kazanmayı başarmış ve kendisine süreklilik kazandırmıştır.

Şaban İBA
Latest posts by Şaban İBA (see all)