Çocuk ve Allah

Çocuklar korkunç Allah’ım
Elleri, yüzleri, saçları
Uyurlar bütün gece
Yok sana ihtiyaçları

Çocuklar korkunç Allah’ım,
Bebek yaparlar haçları.
Aşina değiller hatıramıza
Severken aynı ağaçları.

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın bu iki dörtlüğünde çocuğun henüz yeni geldiği dünyaya teklifsizce girmesi, kutsal olanı olmayandan ayırt etmeden tüm nesneleri oyuncaklara dönüştürmesi, algıladığı dünyayla, geleneklerden ve kuşakların hatıralarından azade yeni bir ilişki kurması; şairi hayrete hatta dehşete düşürür. Kainatın yaratıcısı, çocuğu, kendisinden o kadar bihaber yaratmıştır ki şair Allah karşısında mahcup olur. İngiliz filozof John Locke’un “tabula rasa” dediği, üzerine ne yazılırsa onu kabul edebilecek bomboş bir tablet gibi.

Kutsallara saygı çocuğun kendisinde olmayan, ona ancak dışarıdan büyüklerin dayattığı bir şeydir. Ne ölüm bilinci, ne kutsal karşısında insanın kapıldığı saygı ve dehşet, ne inanma ihtiyacı, ne de bir ahiret korkusu vardır çocukta. O bütünüyle aşkınlıktan uzak, dünyevi bir varlıktır; onu kuşatan toplumsal dinsel kurallara ve kurumlara doğa kadar yabancıdır. Bu doğallık, bu kendiliğindenlik Allah’la ilgili tüm inanış ve duyguların kültür, tarih, gelenek ve kuşaklararası aktarıma bağlı olduğunu tesciller. Allah çocuğa doğa yoluyla değil, toplum, tarih ve hatta siyaset yoluyla ulaşır.

Çoktan beri devlet de çocukların bu oyun dünyasına henüz okul öncesi eğitim çağında dini söylemlerle, imgelerle ve pratik alışkanlıklar kazandırmak için girmek istiyor. Bu amaçla ilkokulda ve orta öğretimde dini müfredatın ağırlığını arttırıyor. Dindar nesiller yetiştirme projesi topluma ilan ediliyor. Neden? Dindar kişilerin aynı zamanda ahlaklı olacağına inanıldığı için mi? Peki ahlaklılık ile dindarlığı eşitleyen bu denklem üstüne yeterince düşündük mü? Bu varsayımın ahlak felsefesi (etik) açısından sorgulanması gerekmez mi?

Ahlaklı olmak ile toplumsal ahlak kurallarına riayet etmek aynı şey değil. Davranış kuralları bir toplum onları kabul ediyor diye ahlaken doğru olmuyor ki, davranış kurallarını etik açıdan yeniden değerlendirmeye her zaman ihtiyacımız var. Örneğin toplumsal cinsiyete dayanan namus kavramı etik açıdan son derece sorunlu bir kavramdır. Çünkü namus gerekçesiyle insan öldürmeyi ahlaken doğru bulamayız. Toplumsal kurallar dokunulmaz değildir, zaman içerisinde eleştiriye tabi tutulur, değişim gerekçelendirilir, toplumsal olarak anlaşılır, eski davranış tarzları terk edilir. Bunun için kamusal bir tartışma ortamının var olması, farklı seslerin duyulabilmesi, ilkelerin ve deneyimlerin tartışılması gerekir. Eğitimli ve eleştirel bir tartışmaya dayanan demokrasi kültürü toplumun ahlaklı olmasının en önemli şartıdır. Kendisini iyi anlatmayı başaran ve haklılığını güçlü bir biçimde gerekçelendiren bir fikir, güç ilişkileri başka şekilde örgütlenmiş olsa dahi vicdan nezdinde kazanır. Fakat kamusal alana serbest fikir tartışması yerine zorbalık ve safsatalardan menkul bir siyasi söylem hakim olursa toplum da ahlaken çökmeye başlar. Fikirlerin özgürce konuşulabildiği kamusal alanın kaybı, etik düşünümün hayatımızdan kaybolması, onun yerini akıl yürüterek yargılayan özneliği ketleyen din eğitiminin alması aynı çöküşün belirtileridir.

Kırılgan olduklarını düşünen devletler, etik sorgulamadan vazgeçen nesiller yetiştirmek isterler. Edimleri iyi veya kötü olarak yargılamak yerine kimin o edimlerin öznesi olduğuna veya eylemin sonuçlarına bakarak yargılamayı tercih eden kişi, ahlaki haysiyetinden ister istemez çok şey kaybeder. Hayatındaki iktidarın emirlerine itaatkar veya sadık olarak nitelenebilir ama onun ahlaklı biri olduğunu söylemek zordur.

Dinsel metinlerden o kadar farklı ahlaklar çıkarılabilir ki din öğreterek kimseyi ahlaklı yapamayız. Başından itibaren ailenin ve toplumun çocuğa başka insanlarla ve canlılarla ilişkilerinde nasıl bir davranış tarzı önerdiği çok önemlidir çünkü ilerde nasıl bir toplum içerisinde yaşayacağımızı bu tarz belirler. Önce ahlaki iyinin ne olduğunu kavramamız gerekir ki dinsel metinlerden sapkın ve kibirli bir kavimcilik yerine evrenselci bir ahlak çıkartabilelim. Bu da felsefi bir dünya görüşünün dini okumayı öncelemesi gerektiğini gösterir. Ahlak alanında egoizm, ahlaken doğru eylemin kişinin kendi çıkarına hizmet eden eylem olduğunu kabul eder. Çocuklarımıza öğreteceğimiz ahlak kültürü hem ahlaki egoizmi, hem de dini, etnik ve milli kavimciliği aşmalı. Başkalarının özgürlüğüne, eşitliğine, haklarına saygıyı vurgulamalı.

 

Bu yazı ilk kez 20 Nisan 2018 tarihinde Gazete Kadıköy’de yayınlanmıştır

Zeynep DİREK
Latest posts by Zeynep DİREK (see all)