“Biraz daha ışık!”

Ondokuzuncu yüzyıl aynı bedende şeytan ve kutsalın savaştığı bir çağdı. 20.yüzyıl kaygıyı bekleme çağı oldu. 21.yüzyıl ise sürekli tüketim çağı olma yolunda. Yani bir çeşit “sınırda bozukluk” öyle sınırım ki son üç yüzyılı insanlığın büyük sıçraması olarak yorumlamak yanlış olmaz. Özellikle de imparatorlukların yerini ulus devletlerin alması ve insanların kutsal kitaplar ile diğer yazılı kaynakları kendi dillerinde okunması bu sıçramaya büyük bir katkı sunmuştur.

Öncelikle de Aydınlanma çağının, 20. ve 21. yüzyıla zemin hazırlaması, insanın yüzünü kendi ruhsallığına, kendini bilmeye ve aklını kullanmasını teşvik eden parolası da yine hiç yabana atılacak değil. Çünkü 19. yüzyılda Goethe’nin Grek Tanrıları için “İnsanlar mutluluğu Tanrıların önünde diz çökmekle bulamaz ancak severek ve üreterek bulabilir.” Sözü tam da insanın kendini tanımaya yönelik ve bunu yaparken de aklını başkalarının vesayetine vermeden kullanması aydınlanmanın ve insanın kendini tanımasının felsefi temellerini oluşturmuştur.

Freud, daha sonra bu söylemi yani “sevmek ve üretmek” söylemini insan için normalliğin bir koşulu olarak görür ve yarattığı psikoarkeoloji ile insan ruhuna neşter atar. Freud ’tan önce yine Nietzsche aynı çağda eline çekici almış ve tüm putları yerle bir etmiştir. Çarlık Rusya’sında ise Dostoyevski, kendi çağının ruhuna sessiz kalmayarak baltayı Raskolnikov’un eline vermiş o da insanın kendini yontması, “kendi kanın adamı olması için” edebiyat ile insan ruhsallığının gölgelerini ortalığa saçmıştır.

Onun için aynı bedende kutsalın ve şeytanın savaştığı bu dönemlerde insanın kendine yolculuğuna felsefe, psikoloji ve edebiyat büyük katkılar sunmuştur. Daha sonra ise iki dünya savaşının yarattığı yıkım insanları hep Araf’ta kalmaya mahkûm bırakmıştır. Bugün bunun travmasını Avrupa ile birlikte yaşıyoruz ve geçmişle bir türlü vedalaşamıyoruz. Vedalaşamadığımız için de yasımız hiç bitmiyor.
Onun için de hep bir kahramanın gelip bizi kurtarmasını bekliyoruz, beklerken iki şeyi yapıyoruz; ya bu beklentiden dolayı adım atmayıp kahramanımızı bekliyoruz ya da içimizdeki boşluğu doldurmak için yerimizde hiç durmuyoruz. Oradan oraya koşturup durmadan alışveriş yapıp duruyoruz ve hayatımızı akıllı bir telefona emanet edip onunla yatıp onunla kalkıyoruz.

Oysa dışarıda, güneş, yağmur, ağaçlar, çiçekler, börtü böcek kısaca hayat var. Sesler var, gülüşler var, çığlıklar var. Ama başımızı telefonumuzdan ya da bilgisayarımızdan bir kaldırabilsek tüm bunları göreceğiz.

Aslında bütün bunlar yas tutmayı beceremediğimiz için oluyor. Mesela kaybetmesini bilmiyoruz, çünkü ister kabul edelim ister etmeyelim biz hala Osmanlı’nın yasını tutamamışız ve hala toplumda büyük bir kesim o günleri geri getirmekle meşgul ve diğer grup da bu grupla meşgul ve aslında her iki gurubun da inkâr ettiği bir şey var. O da Osmanlı’nın artık olmadığı gerçeği.

Bu bir çeşit toplumsal yası kabullenmeme biçimi, bir de kişisel yaslarımız var yani kayıplarımız bu bazen yakınımızdaki bir insanın ölümü, şehir değiştirmek, eşya kaybetmek sevdiğiniz bir kişinin sizi terk etmesi vs. işte bütün meselemiz bu kaybedilen nesnelerin yarattığı boşlukla başa çıkma becerimiz. Yani yas tutma becerimiz. İşte onun için bu ruh halimiz bizi Araf’ta bırakıyor hep ve geleceğe adım atamıyoruz. Gençler kaygıyla sınavları, ebeveynleri de onların can güvenlikleri ve gelecekleri için kaygılanıyor. Yani herkes Araf’ta geçmişin yasını tutamadığı için yakalandığı kaygıdan besleniyor.

Oysa kaybetmek dünyanın sonu değil. Kazanacağımız ve bizi yaşama bağlayan ne çok şey var farkında olan için. Sözgelimi dışarıda ince ince yağan bir yağmur ve yağmurun içinden sızan ışık parıltıları ile oluşan gökkuşağı ve bir hayat var. Söylenir ki Goethe, ölüm anında “Bana… ışık biraz daha ışık” verin demiştir. İşte o ışık hepimizin içinde o ışığı görmek için de önce kaybedilenlerle vedalaşmak ve onların yasını tutmak gerekir.

Sabahattin MEŞE
Latest posts by Sabahattin MEŞE (see all)